9 Aralık 2011 Cuma

CEYN

İndi, içimdeki bulutlardan yağmur.
Vurdu damlalar kuru camlara.
Islak her yer toprak kokuyor.
Şimdi ormanımdaki evde keyif var.

Ö.K.

22 Kasım 2011 Salı

Muz ve Çilek

…Güneş bir aralık bulup perdeden odanın içine sızıyordu. Loş ve havasız oda kadınla adamın birbirine dolanmış vücutlarıyla doluydu. İki aşık sarhoştu: Günlerden neydi? Akreple yelkovan hangi vaktin üzerindeydi? bilmiyorlardı. Dün geceki tutkulu temas bugün yoğun duygulara dönüşmüştü. Bu eşsiz bütün olma hali sonsuza kadar sürsün istiyorlardı.
Güneş odayı zamanla daha çok daha çok (!) doldurmaya başladı. Gözlerini açmaları ve güne uyanmaları gerekti. Aşktan körken araladılar gözlerini. Yüzleri birbirine değdi, dudaklarında ikiz bir tebessüm belirdi. Öpücükler ve dokunuşlar peşi sıra birbirini izledi. Duygular, aralık göz kapaklarından ve dudaklardan berrak bir su gibi sızıyordu sanki. Aşktan sırılsıklam yataktan birlikte uyandılar…
Nilgün, kocasını özlüyordu. Her şeyin başındayken, her şey en yeniyken…
“Bir insanın içinde kaç insan vardı? Değişim, güzeli daha güzel yaptığında muhteşem bi’şeydi de, böyle her şey kötüye gidince “kötüydü” işte…”
Abdullah’la ilk zamanlarını arıyordu kadın. Kafası karışıktı. “Kendi de değişmişti aslında, kendisi de o ilk zamanlardaki kadın değildi. Ama bu değişimin mimarı eşiydi: O ve onun sevdaları, alışkanlıkları…”
Nilgün şimdi Abdullah’ın kollarında yatarken, aklındaki çıkmazlarla dolu labirentte keskin manevralar yapa yapa ilerliyordu. Kendini kalabalık bir caddede akan insan seline karşı yürür gibi hissetti. Tüm o düşünceler ve ruhundaki karmaşa üzerine hücum ediyordu. Kurtulmak için uyumak istedi ve tek bir ışık zerresinin sızmadığı kalın perdelerini çekip deliksiz bir uykuya daldı.
…Abdullah, uyandığında saat öğleni gösteriyordu. Dün çok içmişti ve sarhoşluk yerini midesindeki rahatsızlık hissine bırakıp gitmişti. Komedinin üzerinde duran fantazi seti; muz ve çilek dolu meyve kasesiyle bir şişe balı görünce kusmak istedi... Sonra erkek banyoya koşup içindeki bulantıyı böğürerek orda bıraktı.

17 Kasım 2011 Perşembe

Erkek Tıraşı

Ayşe Hanım’ın mutfağından yükselen buhar, dışarı kaçmak isterken pencerenin camına çarpıyordu. Nilgün içine nerin bir nefes çekmek için pencereye yaklaştığında ıslak camı gördü ve Ayşe Abla dedi bak, mutfakta öyle şeyler konuştuk ki duvarlar, pencereler bile ağlıyor.
Ayşe Hanım, öten düdüklünün altını kıstı. Sıcak havadan, ocaktaki yemekten ve hararetli sohbetlerden sonra içini çekilmiş hissediyordu. Paylaşılan tüm sıkıntılar yorgunluk vermişti. O an mutfak; buharından, dumanından, kokusundan ve kadınlarından arınsın istedi. “Kimyagerler bunu yapabilecek bi’ çamaşır suyu bulsalar…” diye mırıldandı.
Tuğçe mırıltıyı yakaladı: “Ayşe Abla çamaşır suyu mu dedin?”
Ayşe Hanım, Tuğçe’nin yüzüne baktı. Bu boyalı yüz, güzel ama kederle kirlenmiş geldi ona… Büyük bir parça pamuk ve çamaşır suyuyla temizlemek istedi: Ovmak, ovmak, ovmak… Bastıra bastıra, canını çıkarana kadar ovmak!
...Nilgün pencereyi aralamış bedenini hafifçe dışarıya sarkıtmıştı. Hava akşama dönüyordu. Yüzünü ılık ılık okşayan rüzgârı hissetti. Apartmanın önündeki geniş alanda sıra sıra park etmiş arabalar ve muhtemel işten çıkmış evine dönen birkaç insan vardı. Sokak lambaları çoktan yanmıştı; altından geçenlerin yalnızlığını gölgeleri gideriyordu.
Kadın, derin ve mavi bir havuzun içinde melankoliye gömüldü. Ciğerlerine hapsettiği hava nerdeyse onu boğana kadar da havuzun en dibinde kaldı!
…Abdullah arabasıyla Ayşe Hanım’a doğru yol alıyordu. Karısının sürekli orda olması içinde tuhaf hisler uyandırıyordu: Öfkeleniyordu, kuşkulanıyordu, kızıyordu, hazmedemiyordu… Ayşe Hanım’ın incelikli tavırlarının altında ona kalın bir adam olduğunu anlatması sinirlerini bozuyordu. Sesindeki tonlamalar ve en çok da bakışları bastıra bastıra “haksızsın!” diyordu. Karısının sorun ettiği her şeyi bilen Ayşe Hanım, onu anlamadan yargılıyordu. Oysa kadınların birbirlerine sergiledikleri bu dostluk gösterisi, küçük bir anlaşmazlıkta birbirlerini satacakları gerçeğini değiştirmiyordu. Kadınlar kıskanç ve içten pazarlıklı yaradılışlarını üstün rol kabiliyetleri ile gizlemeyi başaran parlak yıldızlardı. Abdullah’ın gözlerinden gece örtüsünü çoktan kaldırmıştı; o kadındaki hakikati tüm çıplaklığı ile görebiliyordu: “Hep abartı, hep yalan dolan!”
Nilgün pencereden sarkmış, melankoliden boğulurken kocasının arabasını gördü. “Ayşe Abla ben aşağı ineyim, Abdullah geliyor.” dedi. Ayşe Hanım, günün yorgunluğunu kemiklerinde hissediyordu. “Tamam dedi nasıl istersen, zaten bugün seninkini görmeye tahammülüm yok. İyi edersin, in istersen…”
Tuğçe’de Nilgün ile birlikte mutfaktan ayrıldı. Ayşe Hanım, iki kadını uğurlarken yalnız kalacak olmanın verdiği mutlulukla derin bir nefes aldı. İki kadın apartmanın merdivenlerini sessizce inerek bitirdiler… Nilgün arkadaşından ayrılıp arabaya binerken, Tuğçe Abdullah’ın keskin bakışlarını gördü. Başıyla selam verdi ve kirpiklerini kırpıştırarak gördüğü kareyi beynine yerleştirdi.
Abdullah, Nilgün elbisesinin çekiştirerek arabaya binerken, karısının güzelliğini fark etti. Onunla hoyratça sevişmek için derin bir arzu duydu. Tartışmayı içinde erteledi. Nilgün ağzını açacak oldu, sakince “Nilgün dedi, “tıraşa başlama” evimize gidelim ondan sonra…”

27 Ekim 2011 Perşembe

Eksik Etek

Mutfakta kısa bir sessizlik oldu… Sessizlikten hemen önce Nilgün telefonda Abdullah’la konuşuyordu. Kısa ve gergin bir konuşmaydı. Adamın öfkeli sesi hala kulaklarında çınlıyordu. Yine ruhu, eşi tarafından hoyratça hırpalanmıştı; Dağ olsa yıkılır taş olsa çoktan çatlardı. Kendine şaşıyordu aslında, “Nasıl oluyor da katlanıyordu, delirmiyordu, ölmüyordu?”
…Bundan yıllar önce bir genç kız vardı. Kumral saçları uzun, bedeni narin ve ince yüzlü. Penceresinden gizlice karşı komşunun oğlunu izlerdi. Sert bir fren sesi duyduğunda hemen cama koşar, perdeyi yavaşça aralar ve arabasından çıkıp evine girene kadar onu incelerdi: Erkeğin vücudu güçlü ve kıvraktı. Yürürken bedeni, vahşi ormandaki bir kaplan gibi devinirdi. Mahallede karşılaştıkları zamanlarda olurdu ama Abdullah’ın gözlerine gözleriyle değemezdi. Gerisinden bakarken ne kadar meraklı ve istekliyse yüz yüze geldiklerinde bir o kadar çekingen ve ürkekti. Abdullahsa esmer tenine yaratanın özenle yerleştirdiği akı beyazdan daha beyaz gözlerini Nilgün’e çivilerdi, diğer herkese yapığı gibi…
Ayşe Hanım, sessizliği kahkahasıyla bozdu ve masadaki kadınlar afalladı. “ Nilgün, kendine gelsene. Ne takıyorsun kafana, boşver. Her zamanki Abdullah işte. Geçen markete giderken uzaktan gördüm kocanı, baya göbeklenmiş çirkinleşmiş. O göbekten belli, Seninki iyice öküzleşmiş….” Munzur bi’ edayla lafını bitirir bitirmez bi’ kahkaha daha patlattı Ayşe Hanım. Masadaki kadınlarda bu tekerleme gibi lafın üstüne gülmeye başladı.
Ayşe Hanım acıklı durumlarda, kara bulutların arkasından parlak bir güneş gibi doğardı. Zor zamanlarda kullandığı ve arkadaşlarının diline de doladığı meşhur bir sözü vardı: “Hayatı gerektiği zamanlarda münasip yerlerinden tutmazsan olmaz, hayat geçmez.” derdi.
Nilgün dedi ki: Ayşe Abla öküz valla, ne gerek var şimdi böyle çıkışlara, ama di mi?
Nilgün onaylanmak istiyordu. Destek bekliyordu. Tuğçe bunu sezdi ve kadınsı bir dürtüyle atıldı: “Evet Nilgün dedi, çok haklısın.”
Tuğçe Nilgün’ün iki kat altında oturuyordu. Apartmana yeni taşınmıştı ama sıcakkanlılığı sayesinde hemen herkesle kaynaşmıştı. Sarı saçlarını büyük tokalarla toplamaktan hoşlanan bu balık etli kadın, iki kız çocuğu dünyaya getirmesine rağmen gayet formundaydı. Kendini seven bakımlı biri olmanın ötesinde onu masadaki diğerlerinden ayıran biricik farkı kocasını uzun süre önce boşamış olmasıydı.
Çiftler arasında En çok geceleri olan hoş yakınlaşmaları ateşli bir üslupla anlatmaktan hoşlanırdı. Saf bir ifadesi vardı, her zaman gülümsüyordu ve çok şeye aldırmıyordu.
…Tuğçe yatak odasındaki aynanın karşısında saçlarını tarıyordu. Aynada gördüğü kadını tanımakta zorlandı. Çok kilo almıştı, dolgun yanaklarını okşadı. Gözleri kendinde gezindi; sarı saçlarının gerisindeki kumral kısım büyüdükçe büyümüştü. Etli alt dudağındaki darbe izi yeni yeni iyileşmeye başlamıştı. Kendini acemi bir boksörün kum torbası gibi hissetti. Pis bir “BOK” “SÖR”!... Fuat! İki gün önce bütün mini eteklerini dolaptan atmış ve makasla kesmeye başlamıştı. Tuğçe onu durdurmaya çalışınca da tekne tokat girmişti…
Tuğçe düşüncelerinden sıyrılıp masaya geri döndüğünde nedir dedi “Biz eksik eteklerin çektiği!”
Ö.K.

26 Ekim 2011 Çarşamba

DORA

METİN ÇIKIŞ NOKTASI:
Dora Kökeni : Türkçe
Anlamı: En yüksek yer, uç. Bir şeyin üst kısmı, yukarısı, tepe. Dağ doruğu.

BAĞLANTILAR
DORA - Kaf dağı- Zümrütü anka kuşu

Dora
Dora yükseklerde, çok yükseklerde bir yerde bütün asaleti ve ihtişamı ile duruyor; Gökyüzü bazen eteklerine beyaz kar tanelerini ufalıyor, bazen şeffaf ve masum yağmur damlalarını serpiştiriyor bazen de onu güneşin renkli, zengin ışıklarıyla süslüyor.
Dora zamansız, mekansız bir yerde bütün ihtişamı ile bekliyor. Sınırların, kalıpların ve duvarların olmadığı orada düşünceler; renkli, hafif, uçuş uçuş, özgürce ve en saf halleri ile geziniyor. Uçmakla konmak, yürümekle oturmak, tutmakla bırakmak… arasındaki süre bilinen hiçbir fizik ve matematik kuralına uymuyor.
Masallardaki gibi bir yer DORA, ama orada kimse masal anlatmıyor!
Ne Güneş ne Ay ne de Rüzgar…
Orada Güneş, bütün bilgeliğiyle gerçekleri büyütüyor, Aysa sezgileri ve öngörüsüyle kardeşini doğruluyor. Sonra Rüzgar kollarına alıp mahsulü hafif hafif uzaklara taşıyor. Bilene bilmeyene onu fısıldıyor. Fısıltı büyüyüp, güçlü bir ses oluveriyor. Bu sese kulak verenler Dora’ya varıyor ve Zümrüdü Anka kuşunun kanatları altında zirveyi yaşıyor.

Zümrüdü Anka Kuşu Dora’da Yaşar
Zümrütü Anka Kuşu, büyük ve geniş kanatlarını olduğu yerden havalanmak için çırparken, Dora’yı kaplayan sihirli toz tanelerini kaldırıyor. Toz taneleri yükselip havanın içindeki minik küreciklere asılıyor ve Rüzgarın yardımıyla Dünyanın dört bir yanına dağılıyor. Sonra Dora’ya dönüyor ve Zümrüdü Anka Kuşu’nun kanatlarının altına konup gördüklerini ona anlatıyorlar.
Toz taneleri gördüklerinin ağırlığını taşıyor, renkler giyiniyorlar. Sevginin rengi, öfkenin rengi, hüznün ve sevincin rengi… Bilgi ağacının dallarında sabırla dönüşlerini bekliyor küreciklerin Zümrüdü Anka Kuşu ve gökyüzünün rengini izliyor. Gökyüzünü boyayan küreler karanlık renkteler ise şayet, o da hüzünleniyor ve renkli, zengin, ışıltılı tüylerini biraz daha harlayıp, kendini yakıyor.
Zümrüdü Anka Dünya’ya saf, zarif ve hakiki gözlerle bakıyor ve onca yüksekte sonsuz bir usla hayata şahitlik ediyor. Bilgi, beceri, akıl, hüner ve bütün güzel vasıfların en güzel timsali, eşsiz Zümrüdü Anka Kuşu Dora’da yaşıyor. Masal gibi…
Ölümsüz ruhuyla yakıp bedenini, küllerinden yeniden doğuyor, her doğuşunda başka bir Dünya’ya bakıyor. Zümrüdü Anka Kuşu Dora’da Dünyanın bütün bilgilerine ermiş, bütün duygularını tatmış; derin, sakin ve hisli yaşıyor. Dora’ya varanlar onun eşsiz güzelliklerini buluyor.

Dora’yı Arayanlar
Her insan bir Dünya. Bazen, içindeki büyük Dünya’da hangi yoldan yürümesi gerektiğini bilemeyebiliyor. Doluya koysa almıyor, boşa koysa dolmuyor. Bazen, neyi aradığını unutuyor, yolundan şaşıyor, adımlarını boşluğa atıyor.
İnsan, hep arıyor! İnsan hep istiyor! Dahasını, fazlasını… en çok, en iyi, en büyük…
Dora masal gibi bir yer. Orda Aranılan her şey bulunuyor ve istenilen her şey gerçek oluyor.
Dora’yı bulanlar bilgi, güzellik ve hüner timsali Zümrüdü Anka Kuşu’nun kanatları altında ölümsüzlüğünün sırrıyla yaşıyor. Onun kanatlarındaki bakır rengi tüylere dokunanlar bilgi, güzellik ve hüner ile donanıyor, şifa buluyor ve mutluluğun sırrına eriyor. Gözyaşından bir yudum alanlar, aklın en derinlerindeki sessiz kalmış düşüncelere sahip oluyor. Ve Zümrüdü Anka Kuşu’nun, tüylerinden çıkardığı melodiyi duyanlar hayata umutla ve sonsuz bir neşeyle bakıyor. Dora’yı bulanlar zirvede yaşıyor.

Hesabımdan Düş Kırıkları

27 Nisan 2011-04-17 saat:20.33
...
Abdullah bir barda içiyordu tek başına. Tek olmak o an için zordu, anlaşılmak kadar zor. Yanında birisi olsa ne iyi olurdu. “Kalabalıklar içindeki yalnız adam” olmaktan kurtulmak için cep telefonunu eline aldı. Arkadaş listesi ekranda akarken eğlenerek mi dertleşerek mi rahatlamak istediğini tartıyordu. Karısı ile bu son kavgası gerçekten sinir bozucuydu: “…Nilgün onu anlamamakta ısrarcı ve uyumsuz bir kadındı, bencildi. Hayatının merkezinde daima kendisi olsun istiyordu. Abdullah, bütün sorumluluklarını yerine getiriyor ve ihtiyaçlarını karşılıyordu. Ama Nilgün’e yetmiyordu. Şu kısacık hayatı çalışarak ve karısının dizinin dibinde pinekleyerek geçirmek istemiyor diye kötü ya da yetersiz olamazdı. Yaşamak güzeldi, aşk güzeldi, eğlenmek güzeldi ve o sadece iyi vakit geçiriyordu hepsi bu!..” Düşünceleri sanki geniş ve kaygan yolda hızla ilerleyen son model bir arabaydı. Araba, gazına yüklendikçe hızlanıyor fakat yol bir türlü son bulmuyordu. Konuşmalı ve rahatlamalıydı. Karar verdi dertleşmek ona iyi gelecekti. Cep telefonundaki kabarık liste ekranda aktı aktı aktı, yoktu, “Bu adam benim dostum!” diyecek bir tek isim yoktu. Onlarca işe yaramaz numara…

Bardağından son yudumunu aldı ve içki yüzünden kızarmış yüzünü buruşturarak barmene seslendi;
A-Bir tane daha! İçine bir dilim limonda at…
Barmen içkiyi Abdullah’a uzattı. Abdullah başını yumuşakça kırdı ve göz kapaklarını kapatarak, sessizce teşekkür etti. Senelerdir aynı yere gelirdi, mekanın sadık misafirlerindendi. Garson’un adını bile bilmiyordu; ama tek geldiği zamanlarda uzun uzun sohbet ettikleri çok olmuştu. Bu genç ve yakışıklı adam ona yakın geliyordu.
B- Abdullah Bey, erkencisiniz bugün, yoktur umarım bi’ sorun?
A- İyiyim iyiyim, sağol, bu son!..
B- Peki afiyet olsun.
Abdullah, içkiyi kana susamış bir vampir gibi tüketti, sonra elindeki bardağı sertçe masaya bıraktı. İçerken nefessiz kalmak hoşuna gidiyordu. Nilgün nerdeydi acaba? Tahmin yürütmek zor değildi aslında. Sevgili karısı, çocuklarının biricik anası, onu insanlara çekiştirmekten hoşlanıyordu. Biraz tartışsalar hemen Ayşe Ablası’nın eteğinin altına saklanıyordu. Tahminini doğrulamak için tuşlara bastı. Telefon çaldı ve geç açıldı.
A- Nerdesin lan?
N- Ayşe Abla da!
A- Sana demedim mi gitmeyeceksin bir daha oraya diye hı? Çocuklar nerde? Hazırlan seni almaya geliyorum!
Abdullah telefonu öfkeyle kapatıp, bardağını yere fırlattı. Barmenle göz göze geldiler.
A- Hesabımdan düş kırıkları!

Ö.K.

Geçmişten Gönderilen Paket

Tuğçe dans atölyesindeki yoğun bir günün sonunda, evine dönüyordu. Hava yağmurlu ve yerler ıslaktı. Şehrin nemli havasını içine çekti ve sakin adımlarla evine yürüyerek gitmeyi tercih etti. Çünkü yağmurlu havalarda yürümek Tuğçe’ye iyi geliyor, onu mutlu ediyordu. İnsanları ve geriye kalanları izlemeyi seviyordu. Otobüsler yine çok kalabalıktı ve sokaklarda onun gibi çalışmaktan yorgun insanlar vardı. Gözleri bi’an mutlu yüzler aradı: Bankta omuz omuza oturmuş yaşlı bir çifti fark etti sonra onlara tebessüm ederek başıyla selam verdi. Annesinin elinde sürüklenerek ilerleyen sevimli oğlan çocuğunun başını tam yanından geçerken okşadı. Yağmurlu ve ılık havalar, birbirini seven çiftler ve çocuklar güzeldi!

Tuğçe çok katlı bir apartmanda oturuyordu. Apartmanına vardı ve merdivenleri çıktı. Evinin önüne geldiğinde yüzü eski bir paket gördü. Paketi saran kağıt, zaman yüzünden sararmıştı. Derin bir nefes aldı ve üfleyerek onu tozlarından temizledi. bir not (!): “Tuğçe bu hediye senin için…”

Hediye güzeldir, Tuğçe hediyeleri severdi, ama bu hediye nerden çıkmıştı? Kimden gelmişti? Neydi, neyin nesiydi? Şaşkın ve meraklı, narin elleriyle, paketi sıkıca kavradı.

Evin kapısını açıp adımını içeriye atar atmaz paketi açmaya başladı; Pakette bir sandık vardı. Sandığın içinden ışıklar, büyülü sesler, bir çift pisipisi, mektup ve kullanma kılavuzu çıktı. Pisipisiler pudra rengindeydi, satendi, dantel ve kurdele ayrıntıları muhteşemdi. Pisileri kutuya yerleştirdi, hevesle mektubu ellerine aldı. Heyecan duyuyordu, onu açtı, okumaya başladı.

Bayan Tuğçe,
Tam şimdi burada yağmurlu bir gün. Penceremin camından yavaşça akan yağmur damlalarını seyrederken bu mektubu yazıyorum. Elinizdeki Sandık, Sanat Gezegeninin ta kendisidir. Bu büyük dünyadan size Sihirli Pisipisileri yolluyorum. Benim onunla yolculuğum çok keyifliydi, ancak ayrılık zamanı geldi. Bana verilen görevi saygı ve sevgiyle yerine getirdim, şimdi sıra sizde! Gençlere baleyi anlatacak, öğretecek sevdireceksiniz. Sihirli pisipisiler daima yanınızda ve yardımcınız olacak. Geçmişten bugüne bilgi akışını onun yardımıyla sağlayacaksınız. Ondaki tılsım, adımlarınız kadar büyüleyicidir. Yüreğiniz, yetenekleriniz ve baleye duyduğunuz sonsuz sevgi yüzünden onun ait olduğu biricik kişinin siz olduğuna karar verdim. Yüzyıllardır Pisipisiler zamanda yolculuk ediyor, zamansız ve mekânsız bir dünyaya aitler. Gücünü dans eden adımlardan ve tılsımlı tınılardan alıyorlar. Hiçbir zamanın sınırlayamadığı hiçbir mekânın hapsedemediği Sanat Gezegeni’nin eşsiz parçaları ellerinizde. Onu bütün zarafetinizle amacına hizmet edecek şekilde kullanın. Size güveniyorum, başaracaksınız. Bütün zamanlarda sevilen ve bütün zamanlarda güzel balenin temsilcisi Tuğçe, çocuklara baleyi sevdirin!


İmza: Madam

Ö.K.

25 Ekim 2011 Salı

Tunalı Hilmi Caddesi Dış Ses Metni/ 1dk. 40 sn.

Ankara’nın Kavaklıdere semtinde, gri kaldırımlarında renkli insanların dolaştığı, uzun ve geniş bir cadde uzanır. Bu cadde, sokaklarla bölünür ve sokaklardan akın akın gelen insanlar orada toplanır. Bazen arabalarla bazen yayan gelenler olur. Gelişleri nasıl olursa olsun burada “Durduğun yerde durmak yoktur!”. Bir yerlerden akın akın gelenler onun üzerinde akar giderler.
Caddede sıra sıra kafeler, restoranlar, pasajlar ve mağazalar dizilidir. Kaldırımında müzik yapan gençlerin melodileri yükselir. Davetlilerini önemseyen düşünceli ve cömert bir ev sahibi gibi herkesi memnun bırakmak için elinden geleni yapar. Minik ve yeşil gölünde bütün endamları ile yüzen kuğuları izlemek isteyenler, eşiyle dostuyla bir fincan kahve içip sohbet etmek isteyenler; sevdiğiyle el ele yürümek isteyenler, küçük hediyelerle kendilerini şımartmak isteyenler; bu caddeden bir sonraki buluşmaya kadar hep memnun ayrılır.
Cadde insanlarda alışkanlık yapar. Bu yüzden bir sonraki buluşma kaçınılmazdır. Çünkü ondaki eşsiz ruh, bütün duygulara karşılık verir. Melankoli yüklü bir gün, huzurlu bir sabah, neşe dolu bir gece… Ruh halinize göre caddenin üzerindeki bir mekânı seçmeniz yeterlidir: Kuğulu Park, Bestekar Sokak… Günü gününe uymayanlar, canının ne istediğini bilmeyenler bile aradığını bu caddede bulur. Tunalı Hilmi Caddesi sanki sihirlidir. Kim bilir, belki siz de bu sihrin bir parçası olursunuz. Tunalı Hilmi Caddesi, günü güzel yaşamak için misafirlerini bekliyor. Ö.K.

Yenil(en)me

Yine sonun başındayım:
Ne hazin bir bitiş,
Ne beyhude bir yeniden başlama çabası.
Hayatımın başrolünde oynuyorum,
Oysa ne garip, kendimi kaderin ellerinde ‘garip bir figüran gibi’ hissediyorum.
Tüm o çabalar, her yeni gün yeni bir sınav…
Ama hocam, nefes almak istiyorum biraz.
Mümkün müdür?
Ara versem, biraz nefes teneffüs etsem?
Koşturmaca koşturmaca, soluk soluğa,
İnanın ihtiyacım var soluk almaya…

Kader kader ey kader,
Kadir misin beni yeniden başlatmaya…
Çünkü, oynamak istemiyorum artık.
Başrol istemiyorum şimdi.
Umut etmek istemiyorum,
Ölmeye de isteksizim.

Yarabbi sen soktun, sen çıkar! Ö.K.

15 Temmuz 2011 Cuma

Alev Alev Aşk

Zaten sen,
güneş gibi sarışınsın.
Parıltılı bir kumsal bakışların.
Yansam da kalmak istiyorum kollarında.
Bugün de dün kadar sıcaksın.
Yarın, her şey yine güzel olacak.
Çünkü güzelim,
sen beni yakmak için yaratılmışsın.

Ö.K.

5 Temmuz 2011 Salı

Bi' ayrılık anı

Evdeydik,
Sevişmek yerine,
çılgınlar gibi kavga ettik.

O an, gitmek istedim.
Sen de "GİT" dedin.
Sesin kara buluttu,
Öfke yüklüydü.
Doldurup ağzını yağdırdın (...) aldırmadım.
Diner dinmez sen, ben kalmaya karar verdim.
Çünkü anladım, ıslansam fark etmezdi: Ben senden zaten gitmiştim.

Kırdım gerimi,
oturup o an düşündüm ileriyi.
Vay dedim vay be... "Bu kadar mı bütün hepsi?"

Bir, iki, üç çek nefes içeri,
Ver sonra nefesi gerisin geri.
Bir sigara yaktım.
Bak hatun dedim, iyi bak.
Uyuttun beni çok zaman,
Terden sırılsıklam uyandım şimdi!
Kendini götür burdan,
Gitmesi gerekiyorsa birinin, o da sensin.
Çünkü burası benim evim (!)
Ö.K.

3 Haziran 2011 Cuma

Yüklü Bulutlar

...
Sabaha karşı seni uykusuz karşıladım.
Öyle olması gerek(!)tiğinden olsa gerek,
Fark ettin ama sormadın bir şey.

Bense merak içindeyim,
Sorularla yüklüyüm.
Yağdırmak istiyorum onlarca kelime…
Sonra yatıştırıyorum kendimi.
Dinlen diyorum dinlen,
Senin “uyuman” gerek!

Sabah, gece kadar karanlıkken
uyumak gerek…

2 Haziran 2011 Perşembe

E(N)FES BLOG YAZARI OLMAK

Bahardı. Terasımın tam üstünden, bulutların hafif gövdelerini ağır ağır çekerek uzaklaştıkları bir günde, bal renkli şişenin içindeki soğuk içeceğimi yudumluyordum. Havalar oldum olası bana tesir eder, o duygudan bu duyguya sürüklerdi. Beni içine alan bütün havalara alışkındım: Güneşli, yağışlı ya da karlı… Sanki hepsi benim bir parçamdı; içimdeki dünyanın doğası bi’ öyle bi’ böyle havalardı.

O gün, içkimin içiminden olsa gerek, içimde coşkulu bir serinlik hissediyordum: Kahverengi tonlardaki bulutlarımdan altın sarısı arpa suyu yağıyordu ve birikip nehirlerimde lıkırdıyordu. Kendimi e(n)fes hissediyordum böyle anlarda. Havada uçuşan baloncuklarımdan tıs sesi geliyordu; sesler birleşince ise, güzel mi güzel bir melodiye dönüşüyordu. Köpük köpük kümelenmiş hücrelerimden yaşam fışkırıyordu sanki. Ruhum tatlı bir ilkbahar sabahını yaşıyordu. Oh diyordum, oh be yaşamak bu işte(!)

Konuşmak istiyordum, gülmek ve öpmek. Sonra, aşık olmak istiyordum; geçimsiz olmak, özür dileyip barışmak… E(n)fes e(n)fes e(n)fes… İçimdeki metal kutuda kapalı duran bütün duygularım özgürlük istiyordu benden. Yaşamın tadına varıyordum içkimin acımtırak tadında. Sanki hüznü ve sevinci harmanlayıp sunuyordu tapınılası ruhumun sunaklarına…

Baharın kollarında içiyordum. Şair olmak istiyordum, belki de farkında olmadan oluyordum. Şarkı söylemek istiyordum ve utanmıyordum, söylüyordum; Sesim çatlıyordu, her bir çatlaktan billur bir ses yükseliyordu. Şelaleler gibi çağlıyordum, parlak bir spotu andıran güneşin altında “güzel oluyordum” (!) Dudaklarımdan kelimeler dökülüyordu, “içimdeki kilitli odanın anahtarı” diyordum. Ona, onu yazmak istiyordum; yazdığım bütün yazılarımı da “İçimdeki Kilitli Odanın Anahtarı’na” ithaf ediyordum.

Her yudumda kilidi açıyordum. Kapı aralandıkça ılık bir bahar yeli doluyordu odamdan içeri. E(n)fes, e(n)fes, e(n)fes… Odam, kelimelerle dolup taşıyordu. Eşikten dökülenler girip askerler gibi sıraya baharı selamlıyordu. Rahat(!) diyordum onlara “rahat”… Gevşeyin biraz!
Anlıyordum aslında, yazılmak istiyorlardı kadın kadar güzel satırlara. “E(n)fes bir blog’a mesela! blog.efespilsen.com.tr Ö.K.

17 Mart 2011 Perşembe

Karanlık ile Aydınlık 07.03.2011

Aydınlık karanlıkta ağladı. Her bir damla gözyaşı önce cama vurdu sonra onu okşadı. Sevmek ve özlemek canını acıtmıştı. Aydınlıktaki aşkı görebilenler karanlığa saklandı. Pencereler kapandı, ışıklar karardı. Karanlık büyüdü ve Aydınlığı içine aldı. Aydınlık aşkına kavuşmanın tatlı hüznüyle tutamadı kendini yine ağladı. Bu ağlamalar yüzünden camdaki iz taze kaldı, kurumadı! Ö.K.

FRİDA

Girdiğimde ruhumu ısıtan bi' yatak isterim ve kalbimi örten geniş ve yumuşak bi' yorgan!.. Çıkmm içinden, sonsuza kadar uyurum ve tatlı bir rüy olur bütün yaşam. Başka türlü istemem ne yatak ne yastık ne de yorgan. Gerçeği, dimdik ayakta yaşarım, tek başıma ve sağlam... Ö.K.

Mazi Kalbimde Yaradır

Yanımdayken daha,
çok özledim.
Sensiz kendimi düşündüm,
öyle üzüldüm ki halime,
ağlamak istedim.

Sonra gitin!
Üç sene geçti üzerinden,
ama geçmedin.
O yüzden bitmedi özlemim.
Senin için,
arda bir,
en çokta,
yağmurlu havalarda
ıslanıyor gözlerim! Ö.K.

Tatlı bir teselli

Soru: Aşk dönüp gelir mi?
Cevap: Gerçek aşksa evet! Ö.K.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Bir Rüya Gömdüm

Küçük bir kız çocuğuydum.
Uykumda rüyalar gördüm.
Gördüklerim o kadar gerçekti ki,
Gerçeği uykuma gömdüm.
Ö.K.

18 Ocak 2011 Salı

Adam

Benimle oynadığın gün, bebeğin olmaktan vazgeçtim! Ö.K.

15 Ocak 2011 Cumartesi

Şaka

Ayşe Hanım dedi ki; ‘Nilgün yüzünü gülüyor görmek ne güzel!.. İşte böyle kızım kendini salmak yok, dik duracaksın her zaman. Çocukların var, sorumlulukların var.’ ‘Tamam dedi Nilgün, peki. Ama ne zaman büyü yapıyoruz?’ Nilgün ciddi ciddi soruyordu. Ayşe Hanım’ın şaka yaptığını anlamamıştı. Büyülerden hocalardan medet umacak kadar çaresiz mi hissediyordu Nilgün kendini? Ayşe Hanım’ın aklından o an tek kelime geçti: Kötü!

Ayşe, Nilgün’ü seviyordu; bu genç kadının anlattıkları, hem çok yeni hem de çok eskimiş geliyordu. Defalarda yaşamıştı böyle şeyler ve defalarca dinlemişti birilerinden. Sonsuza kadar mutlu olunmuyordu işte, hele de konu evlilikse, erkeklerse!.. Ayşe Hanım’ın evine, sahil çok yakındı. Yürüyüşe çıkıyordu nefes almak, incelmek için arada. Kitap okumayı seviyordu bir bankın soğuk yüzüne oturup, güneşin kırık ışıkları altında. 40 yılda bir el ele yaşlanmış çiftleri görüyordu. Mutluluklarına irmeniyor, onlar gözden kaybolana kadar arkalarından bakıyordu. Ayşe Hanım, bu yıl 50. yaşını soğuk bir aralık günü doldurmuştu; 30 küsür yıllık evliydi, onunla birlikte evliliği de yıl almıştı. Kocasını sevmiyordu. Nilgün’de kocasını sevmiyordu. Nedenleri vardı, hak veriyordu.

Ece oturma odasından annesine seslendi. Anneee, Eda saçımı çekiyor, bi’şey söyle!.. Annee…

Nilgün, öfkesini gizleyemedi. Hızlı hareketlerle yerinde kalktı, oturma odasına yöneldi. Yüzündeki ifade çok gergindi. Ayşe Hanım, büyük bir ateş topunun oturma odasına doğru fırladığını sezmişti. Nilgün’ü mutfak kapısının tam önüne gelmişti ki, kolundan tutup yolundan çevirdi. Otur Nilgün sen dedi, sinirlisin… Çocukların kalbini kırma şimdi, ben hallederim.


Nilgün, durdu ve söz dinledi.
Gözlerini yere eğdi,
kirpiklerinin arkasında yağmurları ve yangınları hapsetti.
ŞİMDİLİK!

(… devam edecek.)

Ö.K.

14 Ocak 2011 Cuma

O bile evlendi

Birileri diyor ki;
Evlenmek gerek!
Kim bilir ki,
Kiminle evlenecek?
Ben diyorum ki,
Gün günü izleyecek.
Gül dalında yeşerecek.
Bülbül güle değecek.
Gün, gül, bülbül…
Derken (!),
Gönül dert etme sen,
Zaman gösterecek!

Ö.K.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Büyü

Masa suskundu. Ayşe Hanım kahve fincanını eline aldı. Beyaz porselenin üzerinde akarken, kurumuş kalmış telveyi bir süre izledi. Yüzünde öyle bir ifade vardı ki, gördüklerini söylemesi sanki zordu. Kalın ve biçimli kaşları S çizmişti; çekik ve yumuk gözlerini kısmıştı. Alçak sesle kısa bir ‘ımm…’ dedi önce sonra devamını getirdi.

-Bu adamın arkasında biri var(!) Sarışın, uzun saçlı, ince yapılı… Adamın sırtına yapışmış bırakmıyor. Kocan arkasını dönmüş aslında ama kadının onu bırakmaya hiç niyeti yok!..

Nilgün, şüpheleniyordu; şüphe günlerdir ve gecelerdir içini kavuruyor yakıyordu. Kendini çaresiz hissediyordu, güçsüzdü. Bu durumla nasıl baş edeceğini hiç bilmiyordu. İlk değildi aldatılışı! Pembe dizi izler gibi izliyordu artık kocasını ve yaptıklarını. Hayatının başrol oyuncusu, renkli ve hayat dolu senaryolarla karşısına geliyordu. Onun gençlik sevdası, maceralarını beraberinde getiriyordu; üstlendiği bütün roller keyifliydi. Canının istediğini yapan bu karakter çevresini ve etrafındaki insanları hiç düşünmüyordu. Yarattığı tahribat umurunda bile değildi. İstediği gibi oynuyordu işte herkesle ve her şeyle. Nilgün sevgili rol /hayat arkadaşı karşısında savunmasız ve çoğu zaman suskundu. O çıkış yolu bulamıyordu ve bazen bağıra bağıra bazen sessizce ağlıyordu. Nilgün bol bol ağlıyordu. Ama yeterdi, bu böyle gitmezdi, yeterdi! Her keresinde yeter!..

Ayşe Hanım kahve fincanını masaya bıraktı ve ‘bu sefer yeter ama’ dedi. Yeter Nilgün, bu kaçıncı! Kendin için çocukların için bir şeyler yapmalısın artık! Film izler gibi izliyorsun kocanı, olmaz böyle! Sonra munzur bir edayla ‘Kız dedi, büyü mü yapsak acaba?’

Nilgün’ün kederli yüzünde birden bi’ tebessüm belirdi. Yapalım ya Ayşe Hanım?

İki kadın, mutfakta gülüştüler…


(…devamı gelecek!)

Ö.K.

11 Ocak 2011 Salı

Küskün

Bir konu başlığı verin bana,
Öyle bir konu olsun ki dokunsun, vursun.
Öyle bi’ başlık atayım ki ona büyük ve siyah olsun.
Nasıl düşünmüş desinler,
Nasıl gelir ki insanın aklına böyle şeyler?(!)
Gelir işte, geliyor; ispatlasın kelimeler!
Kelimeler yayından fırlayan oklar gibiler,
Vurulsun, aklın saklı yerlerindeki düşünceler.
Okudum dank etti desinler!
Tatlı bir kıskançlık hissetsinler.
İsmimi merak etsinler, geldiğim yeri…
Gideceğim yerle ilgili akıl yürütsünler.

Ya da sustum, ya da yazmam,
Mutlu etmem kendimi:
Akılda etmem, fikir zikirde dillendirmem.
Ne gerek var ki, ne önemi var?
İstemem konu başlığı, vermeyin!
Büyük harflerle, siyah renkte yazmam da onu!
Kim kimi dinliyor ki bugün?
Kim kimi anlıyor?
Memlekette takdir edilmek için
ölmek gerek!
Yazmak için ölüyorum,
Ama ölüm takdir edilsin istemiyorum (!)
Konu başlığı istemiyorum,
Hiçbirinizden hiçbir şey istemiyorum.
Rahat bırakın yeter!

Ö.K.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Dolmak

Bomboşum.
Teneke bir kutuyum.
Sağımda solumda,
önümde arkamda insanlar.
Yalnız, kalabalık var.

Tekmeleniyorum.
Ara ara savruluyor,
Savruluyorum.
Rüzgar, içime doluyor,
Uğulduyor, tınlıyorum.

Katlanıyorum.
Çünkü içimde kağıtlar,
Yumruk yumruk sıkılmış
olacaklar.

Kelimeler dolusu kağıtlar (!)
Onlar olana kadar,
Şikayetim yok,
İçimi boşlukla dolduruyorum.
Ö.K.