27 Ekim 2011 Perşembe

Eksik Etek

Mutfakta kısa bir sessizlik oldu… Sessizlikten hemen önce Nilgün telefonda Abdullah’la konuşuyordu. Kısa ve gergin bir konuşmaydı. Adamın öfkeli sesi hala kulaklarında çınlıyordu. Yine ruhu, eşi tarafından hoyratça hırpalanmıştı; Dağ olsa yıkılır taş olsa çoktan çatlardı. Kendine şaşıyordu aslında, “Nasıl oluyor da katlanıyordu, delirmiyordu, ölmüyordu?”
…Bundan yıllar önce bir genç kız vardı. Kumral saçları uzun, bedeni narin ve ince yüzlü. Penceresinden gizlice karşı komşunun oğlunu izlerdi. Sert bir fren sesi duyduğunda hemen cama koşar, perdeyi yavaşça aralar ve arabasından çıkıp evine girene kadar onu incelerdi: Erkeğin vücudu güçlü ve kıvraktı. Yürürken bedeni, vahşi ormandaki bir kaplan gibi devinirdi. Mahallede karşılaştıkları zamanlarda olurdu ama Abdullah’ın gözlerine gözleriyle değemezdi. Gerisinden bakarken ne kadar meraklı ve istekliyse yüz yüze geldiklerinde bir o kadar çekingen ve ürkekti. Abdullahsa esmer tenine yaratanın özenle yerleştirdiği akı beyazdan daha beyaz gözlerini Nilgün’e çivilerdi, diğer herkese yapığı gibi…
Ayşe Hanım, sessizliği kahkahasıyla bozdu ve masadaki kadınlar afalladı. “ Nilgün, kendine gelsene. Ne takıyorsun kafana, boşver. Her zamanki Abdullah işte. Geçen markete giderken uzaktan gördüm kocanı, baya göbeklenmiş çirkinleşmiş. O göbekten belli, Seninki iyice öküzleşmiş….” Munzur bi’ edayla lafını bitirir bitirmez bi’ kahkaha daha patlattı Ayşe Hanım. Masadaki kadınlarda bu tekerleme gibi lafın üstüne gülmeye başladı.
Ayşe Hanım acıklı durumlarda, kara bulutların arkasından parlak bir güneş gibi doğardı. Zor zamanlarda kullandığı ve arkadaşlarının diline de doladığı meşhur bir sözü vardı: “Hayatı gerektiği zamanlarda münasip yerlerinden tutmazsan olmaz, hayat geçmez.” derdi.
Nilgün dedi ki: Ayşe Abla öküz valla, ne gerek var şimdi böyle çıkışlara, ama di mi?
Nilgün onaylanmak istiyordu. Destek bekliyordu. Tuğçe bunu sezdi ve kadınsı bir dürtüyle atıldı: “Evet Nilgün dedi, çok haklısın.”
Tuğçe Nilgün’ün iki kat altında oturuyordu. Apartmana yeni taşınmıştı ama sıcakkanlılığı sayesinde hemen herkesle kaynaşmıştı. Sarı saçlarını büyük tokalarla toplamaktan hoşlanan bu balık etli kadın, iki kız çocuğu dünyaya getirmesine rağmen gayet formundaydı. Kendini seven bakımlı biri olmanın ötesinde onu masadaki diğerlerinden ayıran biricik farkı kocasını uzun süre önce boşamış olmasıydı.
Çiftler arasında En çok geceleri olan hoş yakınlaşmaları ateşli bir üslupla anlatmaktan hoşlanırdı. Saf bir ifadesi vardı, her zaman gülümsüyordu ve çok şeye aldırmıyordu.
…Tuğçe yatak odasındaki aynanın karşısında saçlarını tarıyordu. Aynada gördüğü kadını tanımakta zorlandı. Çok kilo almıştı, dolgun yanaklarını okşadı. Gözleri kendinde gezindi; sarı saçlarının gerisindeki kumral kısım büyüdükçe büyümüştü. Etli alt dudağındaki darbe izi yeni yeni iyileşmeye başlamıştı. Kendini acemi bir boksörün kum torbası gibi hissetti. Pis bir “BOK” “SÖR”!... Fuat! İki gün önce bütün mini eteklerini dolaptan atmış ve makasla kesmeye başlamıştı. Tuğçe onu durdurmaya çalışınca da tekne tokat girmişti…
Tuğçe düşüncelerinden sıyrılıp masaya geri döndüğünde nedir dedi “Biz eksik eteklerin çektiği!”
Ö.K.

26 Ekim 2011 Çarşamba

DORA

METİN ÇIKIŞ NOKTASI:
Dora Kökeni : Türkçe
Anlamı: En yüksek yer, uç. Bir şeyin üst kısmı, yukarısı, tepe. Dağ doruğu.

BAĞLANTILAR
DORA - Kaf dağı- Zümrütü anka kuşu

Dora
Dora yükseklerde, çok yükseklerde bir yerde bütün asaleti ve ihtişamı ile duruyor; Gökyüzü bazen eteklerine beyaz kar tanelerini ufalıyor, bazen şeffaf ve masum yağmur damlalarını serpiştiriyor bazen de onu güneşin renkli, zengin ışıklarıyla süslüyor.
Dora zamansız, mekansız bir yerde bütün ihtişamı ile bekliyor. Sınırların, kalıpların ve duvarların olmadığı orada düşünceler; renkli, hafif, uçuş uçuş, özgürce ve en saf halleri ile geziniyor. Uçmakla konmak, yürümekle oturmak, tutmakla bırakmak… arasındaki süre bilinen hiçbir fizik ve matematik kuralına uymuyor.
Masallardaki gibi bir yer DORA, ama orada kimse masal anlatmıyor!
Ne Güneş ne Ay ne de Rüzgar…
Orada Güneş, bütün bilgeliğiyle gerçekleri büyütüyor, Aysa sezgileri ve öngörüsüyle kardeşini doğruluyor. Sonra Rüzgar kollarına alıp mahsulü hafif hafif uzaklara taşıyor. Bilene bilmeyene onu fısıldıyor. Fısıltı büyüyüp, güçlü bir ses oluveriyor. Bu sese kulak verenler Dora’ya varıyor ve Zümrüdü Anka kuşunun kanatları altında zirveyi yaşıyor.

Zümrüdü Anka Kuşu Dora’da Yaşar
Zümrütü Anka Kuşu, büyük ve geniş kanatlarını olduğu yerden havalanmak için çırparken, Dora’yı kaplayan sihirli toz tanelerini kaldırıyor. Toz taneleri yükselip havanın içindeki minik küreciklere asılıyor ve Rüzgarın yardımıyla Dünyanın dört bir yanına dağılıyor. Sonra Dora’ya dönüyor ve Zümrüdü Anka Kuşu’nun kanatlarının altına konup gördüklerini ona anlatıyorlar.
Toz taneleri gördüklerinin ağırlığını taşıyor, renkler giyiniyorlar. Sevginin rengi, öfkenin rengi, hüznün ve sevincin rengi… Bilgi ağacının dallarında sabırla dönüşlerini bekliyor küreciklerin Zümrüdü Anka Kuşu ve gökyüzünün rengini izliyor. Gökyüzünü boyayan küreler karanlık renkteler ise şayet, o da hüzünleniyor ve renkli, zengin, ışıltılı tüylerini biraz daha harlayıp, kendini yakıyor.
Zümrüdü Anka Dünya’ya saf, zarif ve hakiki gözlerle bakıyor ve onca yüksekte sonsuz bir usla hayata şahitlik ediyor. Bilgi, beceri, akıl, hüner ve bütün güzel vasıfların en güzel timsali, eşsiz Zümrüdü Anka Kuşu Dora’da yaşıyor. Masal gibi…
Ölümsüz ruhuyla yakıp bedenini, küllerinden yeniden doğuyor, her doğuşunda başka bir Dünya’ya bakıyor. Zümrüdü Anka Kuşu Dora’da Dünyanın bütün bilgilerine ermiş, bütün duygularını tatmış; derin, sakin ve hisli yaşıyor. Dora’ya varanlar onun eşsiz güzelliklerini buluyor.

Dora’yı Arayanlar
Her insan bir Dünya. Bazen, içindeki büyük Dünya’da hangi yoldan yürümesi gerektiğini bilemeyebiliyor. Doluya koysa almıyor, boşa koysa dolmuyor. Bazen, neyi aradığını unutuyor, yolundan şaşıyor, adımlarını boşluğa atıyor.
İnsan, hep arıyor! İnsan hep istiyor! Dahasını, fazlasını… en çok, en iyi, en büyük…
Dora masal gibi bir yer. Orda Aranılan her şey bulunuyor ve istenilen her şey gerçek oluyor.
Dora’yı bulanlar bilgi, güzellik ve hüner timsali Zümrüdü Anka Kuşu’nun kanatları altında ölümsüzlüğünün sırrıyla yaşıyor. Onun kanatlarındaki bakır rengi tüylere dokunanlar bilgi, güzellik ve hüner ile donanıyor, şifa buluyor ve mutluluğun sırrına eriyor. Gözyaşından bir yudum alanlar, aklın en derinlerindeki sessiz kalmış düşüncelere sahip oluyor. Ve Zümrüdü Anka Kuşu’nun, tüylerinden çıkardığı melodiyi duyanlar hayata umutla ve sonsuz bir neşeyle bakıyor. Dora’yı bulanlar zirvede yaşıyor.

Hesabımdan Düş Kırıkları

27 Nisan 2011-04-17 saat:20.33
...
Abdullah bir barda içiyordu tek başına. Tek olmak o an için zordu, anlaşılmak kadar zor. Yanında birisi olsa ne iyi olurdu. “Kalabalıklar içindeki yalnız adam” olmaktan kurtulmak için cep telefonunu eline aldı. Arkadaş listesi ekranda akarken eğlenerek mi dertleşerek mi rahatlamak istediğini tartıyordu. Karısı ile bu son kavgası gerçekten sinir bozucuydu: “…Nilgün onu anlamamakta ısrarcı ve uyumsuz bir kadındı, bencildi. Hayatının merkezinde daima kendisi olsun istiyordu. Abdullah, bütün sorumluluklarını yerine getiriyor ve ihtiyaçlarını karşılıyordu. Ama Nilgün’e yetmiyordu. Şu kısacık hayatı çalışarak ve karısının dizinin dibinde pinekleyerek geçirmek istemiyor diye kötü ya da yetersiz olamazdı. Yaşamak güzeldi, aşk güzeldi, eğlenmek güzeldi ve o sadece iyi vakit geçiriyordu hepsi bu!..” Düşünceleri sanki geniş ve kaygan yolda hızla ilerleyen son model bir arabaydı. Araba, gazına yüklendikçe hızlanıyor fakat yol bir türlü son bulmuyordu. Konuşmalı ve rahatlamalıydı. Karar verdi dertleşmek ona iyi gelecekti. Cep telefonundaki kabarık liste ekranda aktı aktı aktı, yoktu, “Bu adam benim dostum!” diyecek bir tek isim yoktu. Onlarca işe yaramaz numara…

Bardağından son yudumunu aldı ve içki yüzünden kızarmış yüzünü buruşturarak barmene seslendi;
A-Bir tane daha! İçine bir dilim limonda at…
Barmen içkiyi Abdullah’a uzattı. Abdullah başını yumuşakça kırdı ve göz kapaklarını kapatarak, sessizce teşekkür etti. Senelerdir aynı yere gelirdi, mekanın sadık misafirlerindendi. Garson’un adını bile bilmiyordu; ama tek geldiği zamanlarda uzun uzun sohbet ettikleri çok olmuştu. Bu genç ve yakışıklı adam ona yakın geliyordu.
B- Abdullah Bey, erkencisiniz bugün, yoktur umarım bi’ sorun?
A- İyiyim iyiyim, sağol, bu son!..
B- Peki afiyet olsun.
Abdullah, içkiyi kana susamış bir vampir gibi tüketti, sonra elindeki bardağı sertçe masaya bıraktı. İçerken nefessiz kalmak hoşuna gidiyordu. Nilgün nerdeydi acaba? Tahmin yürütmek zor değildi aslında. Sevgili karısı, çocuklarının biricik anası, onu insanlara çekiştirmekten hoşlanıyordu. Biraz tartışsalar hemen Ayşe Ablası’nın eteğinin altına saklanıyordu. Tahminini doğrulamak için tuşlara bastı. Telefon çaldı ve geç açıldı.
A- Nerdesin lan?
N- Ayşe Abla da!
A- Sana demedim mi gitmeyeceksin bir daha oraya diye hı? Çocuklar nerde? Hazırlan seni almaya geliyorum!
Abdullah telefonu öfkeyle kapatıp, bardağını yere fırlattı. Barmenle göz göze geldiler.
A- Hesabımdan düş kırıkları!

Ö.K.

Geçmişten Gönderilen Paket

Tuğçe dans atölyesindeki yoğun bir günün sonunda, evine dönüyordu. Hava yağmurlu ve yerler ıslaktı. Şehrin nemli havasını içine çekti ve sakin adımlarla evine yürüyerek gitmeyi tercih etti. Çünkü yağmurlu havalarda yürümek Tuğçe’ye iyi geliyor, onu mutlu ediyordu. İnsanları ve geriye kalanları izlemeyi seviyordu. Otobüsler yine çok kalabalıktı ve sokaklarda onun gibi çalışmaktan yorgun insanlar vardı. Gözleri bi’an mutlu yüzler aradı: Bankta omuz omuza oturmuş yaşlı bir çifti fark etti sonra onlara tebessüm ederek başıyla selam verdi. Annesinin elinde sürüklenerek ilerleyen sevimli oğlan çocuğunun başını tam yanından geçerken okşadı. Yağmurlu ve ılık havalar, birbirini seven çiftler ve çocuklar güzeldi!

Tuğçe çok katlı bir apartmanda oturuyordu. Apartmanına vardı ve merdivenleri çıktı. Evinin önüne geldiğinde yüzü eski bir paket gördü. Paketi saran kağıt, zaman yüzünden sararmıştı. Derin bir nefes aldı ve üfleyerek onu tozlarından temizledi. bir not (!): “Tuğçe bu hediye senin için…”

Hediye güzeldir, Tuğçe hediyeleri severdi, ama bu hediye nerden çıkmıştı? Kimden gelmişti? Neydi, neyin nesiydi? Şaşkın ve meraklı, narin elleriyle, paketi sıkıca kavradı.

Evin kapısını açıp adımını içeriye atar atmaz paketi açmaya başladı; Pakette bir sandık vardı. Sandığın içinden ışıklar, büyülü sesler, bir çift pisipisi, mektup ve kullanma kılavuzu çıktı. Pisipisiler pudra rengindeydi, satendi, dantel ve kurdele ayrıntıları muhteşemdi. Pisileri kutuya yerleştirdi, hevesle mektubu ellerine aldı. Heyecan duyuyordu, onu açtı, okumaya başladı.

Bayan Tuğçe,
Tam şimdi burada yağmurlu bir gün. Penceremin camından yavaşça akan yağmur damlalarını seyrederken bu mektubu yazıyorum. Elinizdeki Sandık, Sanat Gezegeninin ta kendisidir. Bu büyük dünyadan size Sihirli Pisipisileri yolluyorum. Benim onunla yolculuğum çok keyifliydi, ancak ayrılık zamanı geldi. Bana verilen görevi saygı ve sevgiyle yerine getirdim, şimdi sıra sizde! Gençlere baleyi anlatacak, öğretecek sevdireceksiniz. Sihirli pisipisiler daima yanınızda ve yardımcınız olacak. Geçmişten bugüne bilgi akışını onun yardımıyla sağlayacaksınız. Ondaki tılsım, adımlarınız kadar büyüleyicidir. Yüreğiniz, yetenekleriniz ve baleye duyduğunuz sonsuz sevgi yüzünden onun ait olduğu biricik kişinin siz olduğuna karar verdim. Yüzyıllardır Pisipisiler zamanda yolculuk ediyor, zamansız ve mekânsız bir dünyaya aitler. Gücünü dans eden adımlardan ve tılsımlı tınılardan alıyorlar. Hiçbir zamanın sınırlayamadığı hiçbir mekânın hapsedemediği Sanat Gezegeni’nin eşsiz parçaları ellerinizde. Onu bütün zarafetinizle amacına hizmet edecek şekilde kullanın. Size güveniyorum, başaracaksınız. Bütün zamanlarda sevilen ve bütün zamanlarda güzel balenin temsilcisi Tuğçe, çocuklara baleyi sevdirin!


İmza: Madam

Ö.K.

25 Ekim 2011 Salı

Tunalı Hilmi Caddesi Dış Ses Metni/ 1dk. 40 sn.

Ankara’nın Kavaklıdere semtinde, gri kaldırımlarında renkli insanların dolaştığı, uzun ve geniş bir cadde uzanır. Bu cadde, sokaklarla bölünür ve sokaklardan akın akın gelen insanlar orada toplanır. Bazen arabalarla bazen yayan gelenler olur. Gelişleri nasıl olursa olsun burada “Durduğun yerde durmak yoktur!”. Bir yerlerden akın akın gelenler onun üzerinde akar giderler.
Caddede sıra sıra kafeler, restoranlar, pasajlar ve mağazalar dizilidir. Kaldırımında müzik yapan gençlerin melodileri yükselir. Davetlilerini önemseyen düşünceli ve cömert bir ev sahibi gibi herkesi memnun bırakmak için elinden geleni yapar. Minik ve yeşil gölünde bütün endamları ile yüzen kuğuları izlemek isteyenler, eşiyle dostuyla bir fincan kahve içip sohbet etmek isteyenler; sevdiğiyle el ele yürümek isteyenler, küçük hediyelerle kendilerini şımartmak isteyenler; bu caddeden bir sonraki buluşmaya kadar hep memnun ayrılır.
Cadde insanlarda alışkanlık yapar. Bu yüzden bir sonraki buluşma kaçınılmazdır. Çünkü ondaki eşsiz ruh, bütün duygulara karşılık verir. Melankoli yüklü bir gün, huzurlu bir sabah, neşe dolu bir gece… Ruh halinize göre caddenin üzerindeki bir mekânı seçmeniz yeterlidir: Kuğulu Park, Bestekar Sokak… Günü gününe uymayanlar, canının ne istediğini bilmeyenler bile aradığını bu caddede bulur. Tunalı Hilmi Caddesi sanki sihirlidir. Kim bilir, belki siz de bu sihrin bir parçası olursunuz. Tunalı Hilmi Caddesi, günü güzel yaşamak için misafirlerini bekliyor. Ö.K.

Yenil(en)me

Yine sonun başındayım:
Ne hazin bir bitiş,
Ne beyhude bir yeniden başlama çabası.
Hayatımın başrolünde oynuyorum,
Oysa ne garip, kendimi kaderin ellerinde ‘garip bir figüran gibi’ hissediyorum.
Tüm o çabalar, her yeni gün yeni bir sınav…
Ama hocam, nefes almak istiyorum biraz.
Mümkün müdür?
Ara versem, biraz nefes teneffüs etsem?
Koşturmaca koşturmaca, soluk soluğa,
İnanın ihtiyacım var soluk almaya…

Kader kader ey kader,
Kadir misin beni yeniden başlatmaya…
Çünkü, oynamak istemiyorum artık.
Başrol istemiyorum şimdi.
Umut etmek istemiyorum,
Ölmeye de isteksizim.

Yarabbi sen soktun, sen çıkar! Ö.K.