21 Temmuz 2012 Cumartesi

Aşka Yaz

Seviştim kelimelerle.
Bazı gündüz,
Bazı gece.
Aşkı aşkla yazdım,
Sonu gelmez kelimelerce.
Dilde “aşk” tek hece.
Sesi az çıksa da O,
Günde ve dünde
Çözülmez uzun bir bilmece.
Nefes nefese kalıyor insan,
Anlatırken de anlarken de.
Yorgun düşürüyor defalarca ve defalarca.
Pes etmiyor insan yine de.
Merak, her yenilgide büyüyor.
Onu büyütüyor da haliyle.
Aşk” büyük büyük konuşturuyor:
“Aşka yazmayı bıraktığım gün yaşamadığım gündür!”
dediğim bile oldu vaktinde.
Şimdi bakıyorum da ben aşka yazıyorum,
Ne mutlu bana demek ki hala yaşıyorum!
Ö.K.

Buzdolabı

Eylül işinden ayrılalı kısa bir süre olmuştu. Evde geçirdiği günler şaşırtıcı bir şekilde sorunsuz ve dolayısıyla keyifli geçiyordu. Sorundan kasıt, direk Eylül’ü ilgilendiren yani öznesi ya da nesnesi olduğu ilişkiler değildi. Çevresiydi. Çevresi sakindi, çevresi sorunsuzdu. İçine çektiği nefeste etkisiz oranda negatif enerji vardı ve bu ciğerlerine de yüreğine de iyi geliyordu. Keyfi ve ya kederi içine çekmek ve bir süre onunla hayatı solumak konusunda başarılı olan bu genç kadın,
mutlu insanlar içinde olmanın ömrünü uzun tutacağının şimdiden farkındaydı.

“Mutlu edersen mutlu olursun” hayata dair çok basit bir denklemdi ama cahil p.. kuruları için bunu anlamak neredeyse imkansızdı. Herkesi içine alan ve sanki bir kadın organı gibi yumuşakça çevreleyen Hayatı, sadece kendilerinin sanıp öyle hareket edenler, nihayetinde mutsuz ve yalnız kaldıklarında, nedeni asla kendilerinde aramayacaklardı, Eylül bunun da şimdiden farkındaydı.

P.. Kuruları çevreyi kirletiyordu; evde, sokakta, iş yerinde… Ama Eylül için en beteri, en en beteri (!) evdekiydi. Bir gün Annesi Ayşe Hanım’la şehirlerarası bir yolculuk dönüşü, kalabalık bavullarını taksinin bagajına attıktan hemen sonra, Deli Taksici Adam, yarı sarhoş haliyle şöyle bir cümle kurmuştu: “Dağdaki Aslandan Korkmam Evdeki Cahilden Korktuğum Kadar.”

Cehalet neydi, bilmemekti, fark etmemekti. Peki ya bilmek; matematik, Türkçe, tarih mi bilmekti. Hızlı arabaları, akıllı evleri, tatil yerlerini deneyimleyerek mi bilmekti... Bunları bilmek bilgili mi olmaktı? Bilgili olmaktı evet ama “Bilge” olmak değildi. Bilgili kişiyi bilge kişiden ayıran farkında olmaktı. Hayatının, kendi varlığının, çevresindeki insanların ve hayatların farkında olmak ve bilgiyi bu farkındalıkla yorumlamaktı. Yoksa “Bütün Dünya en okkalısından, en kokulusundan sıçsın” cahilce sahip olunan bilginin içine! İşte Eylül’de bunu biliyordu.

Çevresini soluyacak duyarlı bir beyine ve yüreğe sahip Eylül, hayatı yaşarken, hayatın içinde onca bilgiye erişmişti. Bu dünyada en korkutucu olanın şu genç yaşında “Cahiller” olduğunun farkındaydı. Ve onlar kazandıkça; çok para, kariyer vs., çevrelerindeki herkesi daha da küçük ve
değersiz görmeye devam edeceklerdi. Ta ki yaşlanana ve yalnız kalana kadar! İşte bu noktada yaş almak onlar gibiler için bilgeliğe yaklaşmaktı. Çünkü, insan çevresindeki nisanların ve hayatın farkına o zaman varır. Farkında olmak onları “insan” yapar. P.. kurusu olmaktan uzaklaşır ve hayatın bir parçası olduklarını anlarlar. Zarar verdikten ve iş işten geçtikten sonra insan olmaya
yaklaşmışken toprağa karışırlar.

Eylül evinin mutfağında, geçirdiği günlerin birinde,buzdolabının kapağını açmış ve kıpkırmızı bir elmayı yemek üzere eline almışken bunları düşünüyordu. Toprak bütün bilgeleri ve bütün cahilleri içine almış eritmiş ve elmaya dönüştürmüştü. Eylül o an farketti: Elma da kendi kurdunu yapardı! Bilge ve cahil bir arada güzeldi. O an Eylül Cahillere P.. Kurusu demekten vazgeçti.

Sesli düşündü:
E -Var bunda da bir denge…