29 Aralık 2015 Salı

Bir gün iş yerlerinin birinde


Sabah saat tam sekizdi. Küçük, basık ve karanlık oda insan ve makinelerle doluydu: Bilgisayarlar, yazıcı ve tarayıcılar... Masalar kare şeklindeki odanın duvarlarını çevrelemişti. Yukarıdan bakınca harap bir çerçeveyi andıran bu odanın içindeki resim; karanlık renklerden oluşan, fırça darbelerinin görünüşte düzensizce vurulduğu, pek çok yoruma açık ama kesinlikle insanın içine kasfet ve sıkıntı veren bir resim olurdu.
Bir avuç insan vardı ve gözleri yeterince yatakta kalamamaktan ya balon gibi şişmiş ya da tersine içine kaçıp ince bir çizgi oluşturmuştu. Dudakları birbirine ezbere bir günaydın dedikten sonra masalarına yığılmış şehrin meşhur simit dükkanlarının birinden aldıkları poğaçaları çay ya da kahve eşliğinde kemiriyorlardı.
Geldikleri yollar ve aldıkları mesafe farklıydı ama o ofisin içinde geçirecekleri zaman aynıydı: En az 12 saat. Haftanın 6 günü günde 12 saatten ömürlerinden en az 72 saat maaş karşılığı satılmıştı. Bazıları işe daha çok yaradıkları bazıları da gerekli sabrı göstererek aynı yerde uzun zamandır çalıştıkları için sigortalanma hakkını kazanmışlardı.
Odanın ortasında turuncu bir soluklanma noktası vardı. Bu nokta, ne koltuk ne sandalye ne de pufpuftu. Formu bozuk, tanımlanması güç bu genişçe oturak Reklam Ajansının logosu şeklindeydi. Bu gri resmi renklendirmek için tam orta yere oturtulmuş bir turuncu renk. Zamanla biriken pislik yüzünden o da canlılığını çoktan yitirmişti. Ama en azından turuncuydu işte!
Ajansın insanları cins cinsti: Arıza yapanı- orta yolu bulanı, tepeden bakanı-altta kalanı, çok konuşanı- hep susanı...
A. ajans patronuydu. Herkesten sonra kasılarak odaya girer, entelektüel kapasitesini ve yaratıcılık melakelerini kanıtlamak istercesine bir kaç salak laf söyler ya da espri yapardı. Yanından ayırmadığı ve hiçbir zaman itiraf etmese de ona karizma katması için sahiplendiği bir Golden Retriever cinsi köpeği vardı.  Köpek gerçekten çok sıcakkanlı ve güzeldi ama bir baharatın adını da taşımasına rağmen çok kötü kokardı. Bu dünya güzelini yıkayıp tüylerini düzenli tarasa ölürdü sanki. Ama zaten kendisi de pisti, tırnaklarının içinde her zaman karanlık kalıntılar olurdu. Kendini bile temizlemeye üşenen birinin köpeğini böyle dolaştırması da şaşmamak gerekti. Hiç mi güzel bir yanı yoktu peki bu A.'nın? vardı elbet: İnsanlara sonsuz bir samimiyetle yaklaşıyormuş gibi yaparak onları uzun saatler çalıştırmayı ve sigortalarını ertelemeyi çok iyi becerirdi. Ses tonu ve giyim tarzı da fena sayılmazdı.
A'nın Ajansında iş akışını planlamak için haftalık toplantılar yapılırdı. Genellikle pazartesi günü gerçekleşen bu etkinlik; karizmatik kasılmalar, ukala böbürlenmeler, çay-kahve ve güzeller güzelinin oda da endamla salınması eşliğinde geçerdi. Bu kendini beğenmiş reklamcı topluluğu ne kadar zavallı şartlarda çalıştıklarını görmezden gelerek işleri yükleniyorlardı.
Aslında kendilerini beğenmek için nedenleri vardı, hiçbiri boş insanlar değillerdi: İyi okullar okumuşlardı. Yarışmalardan ödüller alanlar, kendi sergilerini açanlar bile vardı. Onların işlerini yapmak için yetenekli, eğitimli ve becerikli olmak gerekti. Belki tüm bu meziyetleri yüzünden kasılmayı, böbürlenmeyi hakediyorlardı ama yakışmıyordu. O iş yerinde, o şartlar altında çalışırken bütün o kendini sevme ve yüksekte tutma hali eğriti ve çirkin görünüyordu.
 L. bunu en iyi gözlemleyendi. Ajansın temizlik ve yemek işlerine bakan bu genç kadın ancak ilkokulu bitirebilmişti. A.'nın mutfak masrafları için ayırdığı bütçe o kadar yetersizdi ki sürekli işini iyi yapamadığından ve ayın sonunu zor getirdiğinden şikayet ederdi. Her gün ucuz ve bir önceki günden değişik bir şey pişirmek için kafa patlatır sonunda yine pilav ya da makarna da karar kılardı. Haftanın en az iki günü yenen makarna bir gün yoğurtlu bir gün domatesli pişerdi.
L. bütün ajansı temizlerdi ve bu sayede her odaya girer kimin ne yaptığını görürdü. Kim masa başında ne kadar kalıyor? Kim iş saatlerinde facebook, msn kullanıyor? Kim telefonda uzun konuşuyor? Kim kaç bardak çay içti? Çalışanlar, onu önemsemediklerinden ondan korkmadıklarından kendileri gibi olabiliyorlardı ve bu bütün eksiklik ve hatalarını gözler önüne seriyordu. L. her birinin karakterinin röntgenin çekmişti: A.ya yalakalık yapan kim? Az çalışıp çokmuş gibi gösteren kim? Kim yalancı?...
Patronlar kötüydü ve çalışanlar da kusurlu. Bu birbirini tetikleyen iki ilişki durumuydu: Çalışanlar disiplinli bir çalışma temposu sergiliyormuş gibi görünüp kendi küçük yalanlarını söyleyerek işten kaytarıyor; A.nın adaletsizliklerine karşılık veriyorlardı. Hepsi etki-tepki meselesiydi. Ama A. verdiğinden fazlasını her şekilde alıyor,  genel olarak işleri tıkırında yürüyordu.
L. bu terazi- kefe bağlantısını çoktan kurmuştu. Gerçeği çırılçıplak soymuş onun anadan üryan halini izliyordu. İzlenimleri sinirlerini bozuluyor, kızarıyordu. Paraya ihtiyacı olmasa çoktan çıkar giderdi ama sakinliğini korumalı ve çalışmalıydı. Yoksa hastane giderlerini nasıl karşılarlardı?
L. kendinden 13 yaş büyük M.  ile çok genç yaşta görücü usulüyle evlenmişti. L henüz 16 yaşındayken tanıştırılmışlar ve birbirlerine alışmaları için 2 yıllık bir süreyi nişanlı olarak geçirmişlerdi. Annesi sözlüsüyle onu ilk kez evlerinin odalarından birinde yalnız bıraktığında heyecanlanmış ve korkmuştu. Kendinden oldukça büyük olan bu yabancı, şefkatli ve sıcak tavırlarıyla onu varlığına alıştırmıştı. Duygusal yakınlaşmayı fiziksel yakınlaşma izlemişti. Adam ona dokunmasını istemiş ve öpmüştü. "Biz karı-koca olacağız." demişti. L. M'yi sevmesi gerektiğini anlamış görüşmeler sıklaştıkça kendini daha rahat hissetmiş ve özgür bırakmıştı. Evlendiklerinde M. artık onun için bir yabancı değil iyi bildiği ve sahiplendiği bir adamdı.
Şimdi 6 yıllık evlilerdi. M. 30'larının L. ise 20'lerinin ortasına gelmelerine rağmen çocuk sahibi olamamışlardı. Güvenlik görevlisi olarak çalışan eşinin hem evi geçindirmek hem de tüp bebek masraflarını karşılamak için gerekli parası yoktu.
L. bebek sahibi olmak için çalışıyordu. Dönem dönem aşılanıyor ve sonucun olumlu olması için dua ederek hayatının rutin akışını sürdürüyordu: A.nın mutfağında sabah yedi buçuk akşam altı iş görürken pozitif şeyler düşünmeye ve stres yapmamaya gayret ediyordu. Masalardaki bardaklar çoğalırken sakinliğini korumaya çalışıyordu, güzeller güzeli tüylerini yeni temizlediği zemine dökerken ve karlı Ankara günlerinde çamurlu ayaklarıyla ofiste koştururken sakinliğini korumak zorundaydı.
Ah! misafirler... Ajansa ne zaman misafir gelecek olsa A. bir gün önceden onu uyarır ve ofisi yemek kokularıyla doldurmamasını rica ederdi. Çizdiği imajın mükemmelliği için bu şarttı, yağ ve yemek kokularının eşliğinde reklam bıdı bıdılarının karizması nerede kalırdı? Bir reklam ajansı önce kendini iyi satmalıydı diy mi? Susuzluk hiçbir şeydi ve imaj her şey!
A. bazı zamanlarda da misafirlerini yemekte ağırlamak isterdi.  O zamanlar ajansın sofrası şenlenir; Kalıcı lezzetler damaklara yerleşirken ağızda yuvarlanan havalı kelimeler mutfakta uçuşurdu. O günler zihinlerde  "Güzel zamanlardı!" hanesine işlenirdi.
L.nin işi zordu ama bu zorluğu ajansta anlayanlar olsa da birkaç ahlama ve vahlamadan başka bir karşılık görmez kimse çözüm üretmezdi: Masalarda bardaklar yine birikir, karlı günlerde yerler çamur içinde kalıncaya kadar yine  çiğnenirdi. Hal böyle olunca sakin kalmak zorlaşır ve aşılama yine ve yeniden başarısızlıkla sonuçlanırdı.
L. nin içi ne zaman bir bebek görse özlemle doluyor, kalbi ağırlaşıyordu. Böyle anlarında bile kendini o iş yerine yükten ağırlaşmış bir çuvalı zor bela fırlatır gibi atıyordu. Aylar birbirini kovaladı durdu ve böylece bir yıl doldu. Bir iş yerinde yıllanmak demek maaşına zam demekti ve o kadar zaman beklediğine göre sigortası da ödenmeliydi.
...Patronun odasına girmeden önce gergindi.
Kelimeleri nasıl yan yana dizeceğini hesapladı. A.yı ikna etmek istiyordu çünkü ondan gelecek olumsuz bir cevaba artık sabrı yoktu. Hayatında işyerini daha katlanılır hale getirecek bir gelişmeye ihtiyacı vardı. İşini sevmiyor ama orda çalışmayı sürdürmek istiyordu. Bir yandan da korkuyordu: Ya A. ona istediklerini vermezse? Kapıyı çekip gidecek miydi yoksa içine doldurduğu bütün o güven ve kararlılığı bir balon gibi söndürüp büzüşmüş ve kalıpsız bir şekilde orda kalacak mıydı?
Tüm bu çelişki ve belirsizlik içerisinde A’nın kapısını çaldı: A. aslında meşgul olduğunu ama yine de girebileceğini söyledi! L. günlerdir ağzında biriktirdiği kelimeleri teker teker döküldü. Utana sıkıla çıkardığı her kelimede yüzü biraz daha yanıyordu. Yanaklarının hemen üzerinde iki güzel kırmızı elma yeşerdi ama bu elmaları yeşerten “Utançtan Güneş”, Patronun kalbini aydınlatmaya yetmedi çünkü vicdanındaki karanlık örtü, L.nin güneşinden yansıyan ışıkları süzüyordu.
A. matematik bölümünden mezun olduğu için 4 işlemi iyi yaptığından mı yoksa patron rolünü hakkıyla oynadığından mı bilinmez çıkarlarını iyi hesapladı: Onun için kasasından ekstra çıkacak her kuruş zarardı. Büyümek için kazanmak ve az harcamak gerekti. Tabi bu düşüncesini dürüstçe söylemek salaklık olduğu için hemen kılıfına uydurdu ve bu işe ihtiyacı olduğunu çok iyi bildiği L.nin talebini ustalıkla geri çevirdi:
(Odayı ve adamı daha betimle) Kirli tırnaklarını masaya vurarak dedi ki: "L.ciğim, sigorta için biraz daha beklemen gerekecek.  Çünkü senden daha uzun süredir bekleyen arkadaşların var. Eğer önce sana ... yaparsam bu diğerlerine "haksızlık" olur. Zamma gelince, "MAAŞINA EK 75 TL" olarak düşündüm."
... L. odadan çıktığında, yanaklarındaki o yenilesi kırmızı elmalar solmuş;  yüzü sapsarı kesilmişti. Kendini tükenmiş hissediyordu. Hiç bir yanıt verememiş Patronunun karşısında kurumuş kalmıştı. Ağlamak istiyordu ama kimse onu ağlarken görsün istemiyordu. Sakinleşmek için kocasının sesini duymaya ihtiyacı vardı. Mutfağına döndü ve eşini aradı,

telefon uzun uzun çalsa da açılmadı.  

24 Ekim 2015 Cumartesi

KİTAP


O yıl yaz kavurucu derecede sıcaktı. Evlerin içine dolan hava nem yüklüydü ve bu nefes almayı zorlaştırıyordu. İnsanların yüzeyinde biriken ter, tanecikler oluşturuyor sonrada yolunu bulup aşağı akıyordu. Bu yolculuk sanki yerçekiminin gözle görülür kanıtıydı. Yukarıda başlayan ve aşağıda biten pek çok şey gibi: Yaşam ve ölüm, bir saniye önce daldayken bir saniye sonra yerdeki elma, gökyüzünden yeryüzüne kayan bir damla...
Deniz, uykuyu severdi ama yataktan sırılsıklam uyanmaktan nefret ettiği için yaz aylarında erken kalkmayı tercih ediyordu. Güne erken uyanmak için bir amacı yokken öyle yapıyor olmak sinir bozucuydu ama ter içinde kalktığında da sinirleri bozuluyordu; çünkü hasta hissediyordu. Hayatta yaptığın tercihleri tartmak aslında böyle zamanlarda boşa çabaydı çünkü kefelerdeki ağırlık eşit çekiyordu.
Eşya dolu küçük odasındaki yatakta saatlerce film, belgesel izliyor ve İngilizcesini geliştirmek için kitap okuyordu. Aslında bu ilk kalın İngilizce romanıydı ve bu yüzden heyecan duyuyordu. Kendinden hoşlanıyordu böyle zamanlarda. Ama genellikle boş işlerle uğraşan varoluşu gereksiz bir kız gibi hissediyordu. Bazen de küçük çevresindeki bir kaç kişiye verdiği pozitif enerji yüzünden kendini gerekli görüyordu. Tanrının onu yaratmak için de bir nedeni vardı muhakkak yoksa neden vardı ki? Kendileri farkında olmasa da otlar, böcekler bile bir işe yaramıyor muydu? Bir nedenden var değiller miydi? Tabiat anaya çalışmıyorlar mıydı!
Çalışmak... Deniz iki yıldır çalışmıyordu. Babasından yeniden harçlık alıyor ve daha önce öğrenmek için fırsat bulamadığı şeyler için kurslara yazılıyordu. İnsanlarla tanışıyordu. Kendi gibi ne çok insan vardı, önceden bu kadar çok olduklarının farkında değildi. Çoğunluğun amacı daha donanımlı olmak ve garantili işlere girerek düzene en iyi şekilde hizmet edecek çalışanlara dönüşmekti: Böylece para ve saygı kazanacaklardı; mutlu olacaklardı.
Mutsuzlardı. Genellikle evleri olmadığı için ve arabaları... Deniz, üretmediği için mutsuzdu; ülkeleri gezemediği için mutsuzdu. Ayrıca onu uzaklara götürecek bir araba da hiç fena olmazdı. Zamanını ve becerisini birileri çok kazansın diye satacak karşılığında biraz para alacak ve onunla da merak ettiği her yere gidebilecekti. Ya da ...bilecek miydi? Zamanını ‎satarken oraları görmek için zaman bulabilecek miydi? Ya enerji(?) enerjisini vakum gibi emecek o "iş" için ıkınırken ve kıçından terler damlarken kendini şimdiki kadar istekli hissedecek miydi?
Muamma... Gelecek kocaman bir belirsizlik ve herkes gibi o da bunu görmezden gelerek  planlar yapıp sahip olmadıkları için bugünü kurban ediyor ve kendine acıyordu. Yetinmiyordu.
Yetindiği zamanlardaysa mutluydu: Gecenin ortasında, bulutların hemen gerisinde parlayan  aya bakarken, rüzgarın getirdiği deniz kokusunu alırken, ılık bir duştan hemen sonra havluyla yatakta uzanırken, lezzetli bir yemek yerken ve hemen üstüne türk kahvesini içerken, kankasıyla kendilerince büyük sorunlara basit cümlelerle çözümler üretirken, saçmalıklara  gülerken...
Saçmalık... Üniversitenin ilk yıllarında saçma sapan ne çok şeye gülerdi. Dört kız arkadaşlardı ve oldukça deli dolulardı. Masumiyet yüzlerinden akarken arsızlık yapıyor ve bazı yerlerde de pek sevilmiyorlardı: Toplu taşıma araçlarında, sinema salonlarında ve tenha sokaklarda... Yerli yersiz gülüşleri ve yüksek sesle konuşuşları birilerinin tahammül sınırlarını aşıyordu. O birileri genellikle orta yaşlarda ve yorgun oluyordu. Akşam saatlerinde işinden dönerken ve başı çatlayacak kadar ağrırken bir grup gencin saçmalıklarına tanıklık etmek sinir bozucuydu tabi.
Deniz şimdi hak veriyordu: Katlanmaları gereken o kadar çok şey vardı ki yetişkinlerin: En azından, iş, eş ve çocuk sorumluluğu çoğunda ortaktı. Bu üçlemeyi kuranların hayatlarını düzene koyarak mutlu olacakları varsayılır ve büyükler tarafından bu düzene teşvik edilirlerdi de; neden çoğunlukla öyle olmazdı (!): Bu insanların gözlerinden yorgunluk ve mutsuzluk akardı. Anlayışlarını çevrelerine karşı çoktan yitirmiş sükunet arayan bi'çarelere dönerlerdi. Başka birilerinin gülüşünden rahatsız olup mutsuz insanlara "Neyin var?" demekten sakınmıyorsa biri, onun gibilerden oluşan toplumun vay haline! Kendine benzeyene duyulan yakınlık hissi onları kümeliyordu. Evlerin mutfaklarında, iş yerlerinin balkonlarında çay içerken, sigara tüttürürken toplaşıyorlardı. Gökyüzünden bir dürbünle baksan mutsuzluğun rengini görürdün: Aralara serpiştirilmiş minik renk kümelerine tahammülleri olmayan gri şehirlerin gri insanları...
Ankara... Deniz bu şehre henüz 18 olmamışken adım atmıştı. Ankara Üniversitesi'nde Halkla İlişkiler ve Tanıtım okumaya hak kazanmıştı. 1990'lı yıllarda Mersin gibi küçük bir yerden çıkıp oralarda okul okumak adama kalite katıyordu. İnsanın hayalleri ve hayattan beklentileri büyüyordu. Oysa o zamanlarda farkında olmasa da pek çok konuda olduğu gibi bu konuda belirsizlikten ötesi yoktu. Onca genç, örümcek ağlarıyla dolu nemli ve kalabalık bir ormanda uçan bir grup sivrisinek gibiydi ve ağa takılmadan uçabilenler ölmüyordu. Henüz ölümü akıllarına bile getirmeyen ve yaşamı tanımayan bu grup için ödül de kayıpta büyüktü.
Küçük ve tecrübesiz... Herkes öyleydi ama bazılarının tecrübeli ebebeynleri, bazılarının yetenekleri, bazılarının şansları... vardı. Avantajlı olanlar sıyrılacak ve piyasada parlayacaklardı. Kutsal Kitapta Allah adildir der ve Onun tarafından adalet nasıl sağlanmıştı bilmeye insanın aklı yetmez; yine de görüntü de kimse eşit değildi. Zaten tüm bu altta kalma ve üstte olma halleri bu yüzden değil miydi? Mesela, herkes aynı renkte saça, buruna, göze, yeteneğe, karaktere... sahip olsa, aynı şeyi düşünüp konuşsa, yine böyle bir rekabet ortamı doğar mıydı? Deniz uzaylılara inanırdı;  belgelsellerden onların ileri medeniyetler kurduklarını öğrenmişti. Onlar tek tiptiler: Taşıtları aynıydı; ışıklı plaka şeklindeki hava araçlarını kullanıyorlardı. Kıyafetleri yoktu ve vücutları, kafa yapıları, yüzleri, o iri gözleri... aynıydı.  Bu aynı olma hali bir olmalarını sağlamış olabilir miydi? Bir bütünün birbirinin aynı parçaları olmak rekabeti, çekişmeyi, savaşı önlemiş miydi? Nihayetinde medeniyetlerini yıkımdan kurtarmış ve gelişmemişler miydi?
Aslında görüntüde Dünya'da da işler o yöne doğru evriliyordu; herkes birbirine benzemeye başlamıştı. Mesela yüzler, kıyafetler, beklentiler, istekler... ama biz de bu pek de birlik duygusu yaratmamıştı sadece benzemiştik işte. Tükettiklerimiz ve istediklerimiz benzeşmişti. Ama yapay tanrılar tarafından tepelerden bir yerlerden tüketilmesi istenenler çeşitliydi ve isteklerde sınırsızdı. Bu benzerlikte bile birçokluk vardı: Kalabalık ve pis bir keşmekeş...
...Yapay Tanrılar, işini bilir. Herkesin istediği ortak arzu nesneleri yaratıyorlardı. Bir insan arzulanabiliyordu ya da bir çanta. Yani çanta da insan kadar değerliydi ve ona sahip olmak arzulanan olmak demekti. Çanta üstünlük duygusu veriyordu çünkü çevre tarafından güzel ve kaliteli algılanıyordu. Bu algıyı yaratan ve kümelere yayansa Yapay Tanrı'nın eliydi: Reklamlar!
Deniz üniversite yıllarında reklam yapmaya bayılıyordu. Bir reklam ödevinde düşündüğü cüretkar fikirle bir kaç kendini kanıtlamış öğrencinin ve bir öğretmeninin hoşuna gitmişti. Onunda birilerinin hoşuna gitmek hoşuna gitti ve reklamcı olmaya karar verdi. Ya da hayır eksik söylüyorum belki biraz fazlası: Düşünmeyi seviyordu, fikirler bulmayı ve kelimelerle arsızca oynamayı: Onların eteğini kaldırıp gerisine berisine bakarken ve baştan çıkarıp şekilden şekle sokarken kendini cennetten kovulan kötü melek gibi hissediyordu.
Kötülük hiç bu kadar güzel olmamıştı. Anlamları kat kat giyinmiş kelimeyi usul usul soyuyordu. Bazen içki ve iyi müzikle onlara yükleniyor ve yepyeni anlamlar doğurtuyordu. Bu mahrem ilişki özel sektörde iş bulup çalışmaya çalışınca bitti. Önce patron vardı, sonra patrona para veren müşteri ve patrondan para alan diğer çalışanlar... Deniz ise onu elden almayı hiç sevmedi.
Geçinmeliydi. Önce iş hayatındaki tuhaf ilişki örgüsünü bir süre anlamadı. İşini yapmak istiyordu ve özgür olmak; işinde de hayatında da. Ayaklarının üzerine sağlam basmak istiyordu ve kendini istediği gibi yaşamak. Ama bunu isterken diğer insanları ve onların tuhaf oyunlarını hiç hesaplamadı.
Suskun... Deniz, haksızlığa uğradığında susmayı seçiyordu. Aslında bu tamamen korkuyor olmasından kaynaklanıyordu. Yalnız başınaydı ve güçsüzdü. Evinin kirasını ve faturalarını ödemek için işe ihtiyacı vardı. Dolayısıyla kazancını sürekli kılmak için çevresindeki adaletsizliklere ve saygısızlıklara katlanmak zorunda olduğuna inanıyordu.
Öğrenilmiş çaresizlik... Deniz akıllı bir kızdı ama düzenin patronlara verdiği güçten ve kendi gibi iş için deliren yetenekli insanların varlığından duyduğu kaygı onu köleleştiriyordu: "Daha iyisini nerden bulacağım? Benim gibi birini basit bir gazete ya da internet ilanı ile kolayca bulabilir!" İşte zihninde kendi kendine tekrarladığı bu basit iki cümle bütün özgüvenini alıp götürüyordu.
Farkında değildi "eşsizdi o!" Herkesin kendine göre sadece onda olan bir gücü vardı. Bu güç; iyi konuşmak, iyi yazmak, iyi hesaplamak, iyi giyinmek, iyi gülmek olabilirdi. O zengin hayal gücünü ve kelimelere hükmetme yeteneğini görmezden geliyor kendini basitleştiriyordu.
Patronlar... Ah o patronlar... Denizin hayatından çokça patron geçmişti. Hepsinin tepeden bakan bir gözü vardı: Konuştuklarında kafalarının üzerinden yükselen kıvrak boyunlu bir tek göz. Bu göz çevreyi 360 derece görebiliyordu. Herkese hakim olma ve her şeye hükmetme arzuları o kadar büyüktü ki o yılan gibi kıvrılan ve defalarca kez kırpılan göz her şeyi inceliyordu. İnsani hiçbir pürüze tahammülü yoktu: Geç kalmak, hastalanmak, tatile çıkmak, özel günler... Patronlar bir makine gibi çalışmanı istiyorlardı çünkü kiranı ve faturalarını ödeyebilmen ve yemek yiyip karnını doyurman için sana para veriyorlardı. Hayattaki tatlı bütün zevklerden mahrum kalarak varlığını sürdürebileceğin kadar para. Ne büyük bir lütuf! Karşılığında aldıklarını ise küçümsüyorlardı. Senin eşsizliğini görmezden gelerek karşında büyük bir gevreklikle övünüyor ve gerekli zamanlarda sözleri ve tavırlarıyla zihninin arka odalarından birinde uyuyan o iki basit cümleyi uyandırıyorlardı:  "Daha iyisini nerden bulacağım? Benim gibi birini basit bir gazete ya da internet ilanı ile kolayca bulabilir!"
Övgü... Deniz, ölür müsünüz be kardeşim diyordu. Takdir etseniz ölür müsünüz?  Karşındakinin kendine güvenini bir piton yılanı gibi bütün bütün yutarak karnını şişirmek hoşuna gidiyor değil mi(!) Pis canavar, bok suratlı asalak! Dilerim geberirsin!
Küskün... Deniz bıkkın bir anında Akıl Defteri'ne şöyle karalamıştı:

"Bir konu başlığı verin bana, Öyle bir konu olsun ki dokunsun, vursun. Öyle bi’ başlık atayım ki ona büyük ve siyah olsun. Nasıl düşünmüş desinler, Nasıl gelir ki insanın aklına böyle şeyler?(!) Gelir işte, geliyor; ispatlasın kelimeler! Kelimeler yayından fırlayan oklar gibiler, Vurulsun, aklın saklı yerlerindeki düşünceler. Okudum dank etti desinler! Tatlı bir kıskançlık hissetsinler. İsmimi merak etsinler, geldiğim yeri… Gideceğim yerle ilgili akıl yürütsünler. Ya da sustum, ya da yazmam, Mutlu etmem kendimi: Akılda etmem, fikir zikirde dillendirmem. Ne gerek var ki, ne önemi var? İstemem konu başlığı, vermeyin! Büyük harflerle, siyah renkte yazmam da onu! Kim kimi dinliyor ki bugün? Kim kimi anlıyor? Memlekette takdir edilmek için ölmek gerek! Yazmak için ölüyorum, Ama ölüm takdir edilsin istemiyorum(!)Konu başlığı istemiyorum, Hiçbirinizden hiçbir şey istemiyorum. Rahat bırakın yeter!"

devam edecek...

3 Haziran 2015 Çarşamba

Teoman Duygusu


Titriyorum, üşüyorum.
Saçlarım dağınık, yüzüm solgun, bacaklarım çıplak.
Parmak uçlarım üzerindeyim.
Dayandığım tezgah, mermer.
Ve mutfak dolabı çok yüksek.
İçkimi gizlediğim yerden nihayet alıyorum.
İçim, dışım gibi! Onu olanaksız gizlemek…
Yapma diyenim yok, durduranım.
Yapayalnızım.
Ellerime bakıyorum: Onlar da ince dallara tutunmuş sarı birer yaprak.
Kendime acırken; İçmek, içmek, içmek…
Yakıcı bir serinlik…
İçimi yıkamak, unutmak, boş vermek istiyorum.
30’larımın ortasında, benim kaderim teklik.
Çıplak etimi seriyorum betona…
İçimi çekiyorum; Nefesimi veriyorum:
Alkol kokusu doluyor mutfak.
Kendime diyorum: unut be unut! Koca kadınsın! Ayıp!
Hayat, bu katlanmak gerek.
Bu da geç’cek, geç’cek, geç’cek.
Sesimi duyuyorum; kelimelerim inandırıcı gelmiyor.
İnsan bir kendini kandıramıyor.
Yanımdan Fatma geçiyor; terliği indiriyorum üstüne: Geber böcek geber böcek geber böcek…


https://www.youtube.com/watch?v=DlsYbtyik_k

işte Teoman böyle hissettiriyor!

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Saadet'e Mani



Sabahın erken bir saati. Gökyüzü taş kaldırım gibi gri. Bulutlar yağmur yüklü ve karanlık. Kadın kırmızı yağmurluğu içinde çok güzel ve kırılgan. Yürüyor. Tek başına yürüyor, sakince yürüyor. Arkasından ilerliyorum, gözlerim üzerinde geziniyor, sonra ensesine takılıyor. Nasıl da uzun ve beyaz... İçimden sarı saçlarını toplamakla iyi etmiş diye geçiriyorum.

Onu aylardır merak ediyorum. Yüzünü yakından görmek için deliriyorum. Ama yapamam, cesaretim yok. Yıllar önce onun kadar güzel ve sağlıklıyken kocam bana aşıktı. Şimdi ona... Cümlenin sonunu getirmek istemiyorum. Sinirlerim bozuluyor; içime kontrol etmekte zorlandığım kötü duygular doluyor: Kıskanıyorum, öfkeleniyorum.

Sadece güzel olsa "iyi" diyorum. Aptal ve duygusuz bir sürtük olması için dua ediyorum.  Tek derdinin para olmasını diliyorum. Kocamı kullanması, iliklerine kadar sömürüp tekmeyi basması temennim.  Ben, tamamen iyi niyetle, kocamın  canını yakmasını istiyorum. İt gibi sürünerek kapıma düşmesi ailemin saadeti için yerinde olacak. Gerçekleri anlaması için bu gerekli!

Gerçek(!)  "bana mecbur olduğunu anlaması gerektiği."
Ve gerçek ne?
Bu kadının gerçeği ne? Çok iyi tanıdığımı sandığım kocamın gerçeği ne?

Bulutlar yükünü bırakmaya başlıyor. Başımı kaldırıyorum ve yağmur tanelerinin yüzüme düşmesine izin veriyorum. Yüzüm, tam ortasında alçak bir tepecik olan çorak toprakları andırıyor. Renkten ve neşeden eser yok. Varsa yoksa kuraklık; varsa yoksa  yokluk. Gençliğim, nerdesin? Yağmur bile şimdi başka hissettiriyor; melonkoli ve yanlızlık...

Kadın hızlanıyor; bense yavaşlıyorum. Aldatılmanın yükü daha da ağır geliyor başımı eğip omuzlarımı  yeniden öne düşürüyorum. Yağmur sertçe düşüyor ve sırtımı her bir dolu tane çok güçlü dövüyor.  Olduğum yere çivileniyorum. Üşüyorum!

- Allah belanı versin Vahap!

15 Mayıs 2015 Cuma

DÜŞEYAZMAK

Adam, bulutların üzerinde yürüyordu. Her adımında kösele ayakkabısı bulutun yumuşak karnını eziyor, iz bırakıyordu. Sakindi, hiç olmadığı kadar. Daha önce takım elbiseleri içinde hiç bu kadar rahat hissetmemişti.
Ölmüş müydü yoksa? Elbiseleri vardı. Ölse bedeni olmazdı oysa. Ne gerek kalırdı elbiselere o zaman...
Zaman! O çok çabuk geçiyordu. Kolunda saati yoktu ama onun akışını kanında ve kalp atışında hissediyordu. Zamanlardan bir zaman, günlerden bir gün... Hani, parmağını ağzının içinde çevirerek ıslatıp usulca esen rüzgara tutmak gibi. Varlığını görmez ama bilirsin. İşte öyle bir şey...
Sonra bulut bitti. Başını eğdi, uzaklardaki yeryüzünü gördü. Düşmenin vakti gelmişti. Rüzgarı hissettiği gibi ve zamanı... bunu da hissetmişti. Yere inmeliydi.
Ne vardı ki yerde? Geçmişini hatırlamak için zihnini zorladı. Nasıl yükselmişti bulutlara hatırlayamıyordu ama yeryüzünü anımsayabiliyordu: Bir ev, bir kaç arkadaş, gri kaldırım, taştan binalar ve ofis duvarları!
Uçmaya ve yükselmeye ve her şeyi olabildiğince geniş görmeye karar verdiğinde, hayatına sıkışmıştı. Yeri daralmıştı, o kadar daralmıştı ki; aramaya ve sormaya karar vermişti!
Resmin hepsini görmeden önce fırça darbelerini incelemek gerekti.  En küçük, en dar, en yetersiz, en bunaltıcı... en kötü! İYİYDİ...
İYİ!
Adam, "bütün kötü enlerine" minnet duydu. Onları bir anne gibi sahiplendi. Önce kendinden korumaya karar verdi. Ve yeryüzüne inmeden önce, her birine yemin etti. Aşağı indiğinde onların yerini yenilerine vermeyecekti.
Bulutların üzerinde kendiyle kaldıktan ve düşündükten sonra "dünyasını büyük tutmaya karar vermişti."
İşte, yeryüzüne düşmenin vakti gelmişti.
İki adım geri çekildi; adımlarının ezdiği yerleri yeniden ezdi. Ve gerildi, koştu koştu koştu(!) kendini aşağı bıraktı.
Geçmişini soyunmuş, çıplakken yatağına çakıldı. Vücudunun kestiği tavandan Bulutunun gidişini izledi.

Güldü, güldü, güldü...

5 Mayıs 2015 Salı

Masaya Damlayan Ketçap ve Gözyaşı

Duvarlarla çevrili bir mutfak. Duvarlarda renkli kalebodurlar. Sanki hayatın bütün renklerini mutfak duvarındaki küçük karelere yerleştirmişler gibi. Buzdolabının üzerine süslü magnetlerle sıkıştırılmış anılar. Fotoğraflar, renkli ve siyah beyazlar. Eylül mutfakta geziniyor, beş adım boylamasına ve dört adım enlemesine. Yerde süslü halıları örten süslü örtüler var. Her şey üst üste her şey kat kat. Mutfaktaki yoğun enerji Eylül’ün hoşuna gidiyor. Mutfak Annesine benziyor.

Ayşe Hanım, yumuşak yüzünün arkasında tüm o yaşanmışlıkları saklamak konusunda usta. Yuvarlak yüzüne dolgun dudakları özenle yerleştirilmiş. Sohbetine ve tebessümüne doyum olmuyor. Sanki hiç üzülmemiş, sanki hiç incinmemiş, gören “biblo gibi kalmış” diyor. Mutfak tezgâhının sağında ve solunda bibloları için raflar var. Biblolar neredeyse küçük oğlu ile yaşıtlar. Raflarda on sekizini bitirmiş on dokuzundan gün alan biblolar; çok güzel ve çok kırılganlar ama onca yılı büyük bir hasar görmeden atlatmayı başarmışlar. Elma yanaklı bir oğlan çocuğu, memeleri süt dolu yeşil bir inek, sarı saçlı ikiz kız kardeşler Eylül’e iyi geliyor. Onları alıp ellerine narince, yüzlerindeki tozları parmak uçlarıyla silmeyi seviyor. Bibloları Ayşe Hanım’a benziyor.

Mutfakta günler sıcak ve keyifli geçiyor. Akdeniz havası balkona açılan kapıdan ve küçük pencereden içeriye sıcak hava dalgasını ve tuzlu denizin kokusunu taşıyor. Gündüzleri mutfak güneş alıyor, akşam olduğunda sokak lambalarından süzülen sarı ışıkla aydınlanıyor. Bazen de bazı gecelerde mutfak, dolunayın ışığı ile banyo yapıyor. Ayşe Hanım mutfağında misafirlerini ağırlamayı seviyor. Çünkü işini yaparken de onlarla sohbet edebiliyor.

Ayşe Hanım Eylül’e diyor ki; Bu masa (dikdörtgen mutfak masası) kızım uzun yıllardır burada benimle ve kimleri ağırladık birlikte. Neler konuşuldu kimler, bi’ bilsen!..

Mutfak masası, çevresindeki dört ayaklı beş sandalye ile yıllardır bir kenarını duvara dayayıp duruyor. O duruyor, kadınlar geliyor. Üstünde çaylar içiliyor ve kurabiyeler yeniyor. Örtüsü kahve lekesi oluyor, üstüne ketçap ve bazen de gözyaşı damlıyor. Örtüde lekeler birikiyor ve yıllar lekeleri dokuların arasına hapsediyor. İnatçı olan lekeler mi, yoksa…

Gözyaşları, onlar uçuyor, havaya karışıp insanların içine kaçıyor, görünmeden. Doğuş ve kaçış hikayeleri sahiplerinden dinlendiğinde çok trajik ya da komik… Geçmiş geçmişte kalıyor (mu acaba?) Kadınlar mutfak masalarında hikayeler anlatıyor ama.


Ö.K.