19 Temmuz 2013 Cuma

Kraliçe dedi ki; "Yağlanmak güzeldir"

İçimde bir şarkı çalıyor. Göğsümdeki ritm diyor ki; “Benim krallığıma gel!” Kemikli bedenimin altındaki yağlı kalbim, gergin bir davul gibi yatıyor. Onu hareketsiz bıraktığım günden beri oldukça kilo aldı: Yalnızlıkla besledim onu, anlayışsızlıkla besledim, Sözde hoşgörüyle besledim… Şimdi, eskiden kırılgan olan kalbimle bütün tok sesleri çıkarabiliyorum. Mesela “SİKTİR GİT, BOŞVERESENE, HADİ LAN ORDAN, BENİM SORUNUM DEĞİL, DEFOL GİT…”
Kalbim benim krallığım. Kolayca “Benim krallığıma gel!” diyebiliyorum. İnsanları içeri buyur ediyorum. Çünkü yağlı ve gamsız tavrıyla kendini koruyacağından şüphem yok. O birileri, doğru dürüst davranırsa ne ala, yoksa güçlü bir tokmak darbesiyle hadi “YALLAH!” En son kimin yüzünden yağlandı kalbim hatırlamıyorum, Aslında tek tek olayların çok da önemi yok. Sonuçta yağlı ve benim içimde nispeten daha güçlü bir K/albim/rallığım var.

Krallığımda hayat akarken başkalarınınkinde de hayat sürüyor. Bazılarından tiz sesler geliyor. Kapaklarımı sıkı sıkı kapatıyorum: Kulak deliklerimle göz kapaklarımı özellikle sıkı örtüyorum. O ince/likli sızıntıya tahammülüm yok; rahatsız oluyorum. Eskiden duyduğum şefkat duygusunun yerini çoktan acıma ve tiksinti aldı. Farkındayım: Duyarlı kalmaya çalışmak boşa çaba (.) Za/yıf/rif kalplerdeki krallıklar yıkılmaya mahkumlar. “Hep böyle kal(!) demek en büyük aptallık. Yaşamanın tek yolu, değişmek. Hayatın akışı bu yönde, direnmek anlamsız. Teslim ol ve zayıf olma. “Yağlan(!)” ve “Yaşa(!)”

18 Haziran 2013 Salı

Tuğçe der ki: Bir zamanlar bok suratlı yüzünden ben…




Kapının eşiğine çömelip kalmıştım, taş çıplak ve soğuktu, etimi üşütüyordu, sızlayan yerlerimi dayayıp acımı hafifletmek isterdim ama kımıldamaya korkuyordum. Ne kadar süredir orda öyle hareketsizdim, bilmiyordum. Yumuşak yaklaşımlardan eser kalmamıştı; yıllar onunla, benden o ilk duyguları alıp götürmüştü. Çığlıklar atıyordum ve tırmalıyordum öfkeliyken, üzerime tokatlar ve tekmeler savrulurken gereksiz bir çabaydı benimki ama içimden geliyordu. Onu seviyordum ve onu sevmiyordum; beni seviyordu ve beni sevmiyordu. Belki tam anlamıyla Aşk’tı bu belki de “Hayat’ın” tam karşılığı: Kaotiktik bi’ kere değişmiştik sonra, sonra barışçıl ve savaşçıl anlarımız olmuştu… Sonsuz uzaydaki bilinen ve henüz bilinmeyen her şey gibi yerimizde durmuyorduk ve bir yere de varmıyorduk. Eşsiz bir sarmalın içinde dönüp duruyorduk. Nasıl buraya gelmiştik ve nereye gidecektik bilmiyorduk. Başlangıç ve sonuç yoktu sadece dönüyorduk. -Aşk ve nefret ekseninde dönüyorduk, kafamda kurşunlar sıkılıyordu ve o yankılanan güçlü ses beni vuruyordu.-
Küçükken dünya dönerken nasıl olduğum yerde durduğuma, nasıl başımın dönmediğine anlam veremezdim şimdi büyüdüm ve anlıyordum, bilimin söyledikleri mantıklı geliyordu. Ama bu kapı eşiğinde etlerim sızlarken neden oturup kaldığımı bilmiyordum. Anlam veremiyordum kendime, bilmiyordum(!) Sinir bozucuydum. Bok suratlıyı hala seviyordum ve her kavgadan sonra ona dönüyordum. -İçimdeki sevgi vuruluyordu ama ölmüyordu.-
Büyük ve anlamlı bakan gözleri vardı, içimi ısıtan… Tanrım bu öküz de kim? Ben bir öküzü sevemem ki! Canımı acıtan bu öküzün, bu bok suratlı herifin gitmesini ve benimkini geri vermesini istiyorum! Mümkün müdür? –Zaman gösterecek.-
Küçük bir çocuk gibi ağlamak ve Tanrı’ya yalvarır gibi yalvarmak, geri ver onu, bana geri? Yoksa seni defalarca kez tırnaklamak ve o bok suratına sövmek zorunda kalacağım. Belki de bıçaklayıp uykun da öldürürüm seni. Vahşet ve gazetede küçük bir manşet. Üçüncü sayfa haberi, ucuz ve tanıdık. Kaç kadın ve kaç erkek önce severken birbirini deliler gibi sonra öldürmüyor ki(!)
Delilik! Hepsi delirmekten ve delirtmekten oluyor zaten, deliler gibi sevmekten, ölecek kadar sevmekten… Ah(!) gebertmek istiyorum şimdi seni, bağırsaklarını deşip dışarı çıkarmak ve o kalın ensene dolamak istiyorum, seni kalın bağırsağınla asmak istiyorum, uzun mutfak lambasında sallandırmak –Bok suratlı pislik-

Evden kapıyı vurup çıkmanı sessizce beklemem, hep böyle sessizce bekleyeceğim anlamına gelmiyor; yerimden kalkmalı, yıkanmalı, arınmalı ve yaralarımı sarmalıyım. –Sana bir şans daha vermeden önce…-

10 Haziran 2013 Pazartesi

AMPUL KAFALI SARI DEV VE AĞAÇ


Ağaç, kalın bir gövde, ince kollar ve uzun parmaklarla hayata tutunuyor. Bazen rüzgar; yumuşakça eserken ve okşarken yapraklarını; bazen üzerine sertçe savururken tozu toprağı o hayata sımsıkı sarılıyor. Aşıklar gövdesini bıçaklıyor, derisini sıyırıyor, sesini bile çıkarmıyor. O hep iyi niyetten biliyor, masum duygular yüzünden… Acısı hafifliyor, sessizce yaşamayı sürdürüyor. Aşk acısıyla yanıp içindeki ateşi söndürmek için, içlerine kafa yapıcı sıvıları akıtan zavallılar, gövdesine dayanıp ağlıyor sonra şişeleri ayakucunda bırakıp gidiyorlar, kızmıyor.  O hep iyi niyetten biliyor, masum duygular yüzünden. Sonsuz bir hoşgörüyle ve sessizce yaşamayı sürdürüyor.
 Şakalaşıp oynaşan yeni yetme aşıklar, dallarını kırıp yapraklarını çekiyor, tepesine tırmanıp kuşları avuçlarıyla yakalamak isteyenler bile var. Aşk gösterisi tehlikeli olabiliyor. Üzerinden düşüp kolunu kıranlar var (Ah be ah!) İzler bir ömür taşınıyor, bedenler toprağa karışıyor, boşalıyor. Ağaç üzerinde gösteriler sürüyor.  Pazartesi, Salı, Çarşamba… günler birbirini kovalıyor; dayanananlar, tırmananlar, acıtanlar, kanatanlar hiç bitmiyor. O hep iyi niyetten biliyor, masum duygular yüzünden. Kızmıyor, sonsuz bir hoşgörüyle ve sessizce yaşamayı sürdürüyor.  
Hayat, rengarenk bir gökkuşağı başı da yok sonu da, altından da geçilmiyor. Ağaç başını hatırlamadığı sonsuz bir hayatın içinde, gökkuşağının altında, insanlarla yaşıyor. Dünyayı izliyor, aşık ayyaşlar ve çapulcular çevresinde değişiyor da değişiyor. hayat; deniz gibi dalgalanıyor, nehir gibi kıvırıyor, kadın gibi deviniyor, çocuk gibi oynuyor… Deniz’ler, Nehir’ler kadınlı çocuklu onun hep dibindeler. Hareket etmese de o, hayat renkli, hareket etmese de o hayat hareketli: Biliyor; insan bile hızına yetişemiyor. Mutlu mutlu yaşıyor ömrünü, bol bol nefes alıp veriyor.
Ama, bu aralar aldığı nefes içini yakıyor, sanki köküne biber sürmüşler. İnsanlar da çoğaldı anlam veremiyor. Kolları çok, parmakları uzun; hepsini okşamak, kucaklamak istiyor ama ilk defa yetememekten korkuyor. Bu ilginin nedeni nedir? Ama tabi ilgi güzel. Ağaç, Allah’ın kudretli elinde aşkla yaratılmış, yaradanı seviyor, aşkın kendisi o, ondan ötürü her şeyi seviyor: Kuşları, bulutları, rüzgarı, Ayyaş, çapulcu aşıkları seviyor.  …Seviyor da seviyor... Çevresinde aşk olsun ona o güzel.
Ampul kafalı sarı devi bile seviyor! “Geçen gövdesinde derin bir acı hissetmişti, içinden hangi aşık delirdi diye geçirmişti? Ayyaş ,çapulcu aşıklar, aşktan kendinden geçerdi, içerdi içerdi, derisini sıyırıp, kalpler çizerdi –de bu öyle değildi. Beterdi(!) Acısını hafifletmek için iyi niyet aradı çevresinde? Aşk yoktu, aşık yoktu ne ötesinde ne berisinde ne de tepesinde… Sarı büyük bir dev vardı, ısırığı da pek bi’ acıtmıştı! Canına okumak isteyen bu sarı, ışıklı, yanıp yanıp sönen, ampül kafalı dev de kimdi? Onu bir türlü çözemedi.

O dev peyda olduğundan beri çapulcu ve ayyaş aşıklar; Deniz’ler, Nehir’ler kadınlı çocuklu, geceli gündüzlü dibindeler… Biberli hava da hafifledi. Derin derin nefes alıp verebiliyor yeniden… Her nefeste dallarına ve yapraklarına oksijen doluyor. Hayat çok güzel, yaşamak çok güzel yeniden en derinden hissediyor.  Oh Be(h) Mis! 

28 Mayıs 2013 Salı

Yalnızlığımla biz başbaşayız

Benim tanıdığım yalnızlık seçkindi, asla makyajsız insan içine çıkmadı ve güldü daima; en boşlukta, en soğukta, en karanlıkta ve en titrerken iliklerine kadar. O kadar çok sevildi ve alkışlandı ki onca güzel meziyetinden kimse onun yalnız olduğunu anlamadı.
Benim tanıdığım yalnızlık gururluydu, asla kimseye derdini açmadı, güçlü bilinmek istedi daima; en çaresiz, en muhtaç, en titrerken iliklerine kadar. O kadar çok sevildi ki sonra o gururlu duruşuyla, taktir etti onu kalabalıklar ve alkışlandı, kimse onun yalnız olduğunu anlamadı.

Benim tanıdığım yalnızlık sadıktı, iyi günümde ve kötü, yanımda durdu daima; Mütevazi ve içtendi hep ve hep yanımda. ben en karışık, ben en kalabalıkken iliklerime kadar. Yanımdakiler beni gördü, bense seçkin, gururlu ve sadık dostumu(!)

Sarımsak

Tuğçe, Ayşe Hanım’ın mutfağında sarımsak soyuyordu. Mutfaktaki müzik, kulaklarından içeri dökülüp ruhunu dolduruyordu. Yer yer yavaşlayan ve yer yer hızlanan melodi hafızasını canlandırıyordu. Müzikte sözlerde vardı. “Sözlerde adamı hatırlatıyordu, yarasını kazıyıp, kanatıyordu.” Dışarıda gökyüzü denizle öpüşürken o sarımsak soyuyordu, yüzü solgundu. Canı bugün dudaklarını ve yanaklarını boyamak istememişti; sadece gözlerinin üzerine ince bir kalem çekmişti; yoğun kirpikleri yaştan ıslandı. Sarımsakta yaştı. Anını mutfakta sükunetle geçirmek, huzur, ne kadar az tattığı bir duyguydu eskiden. Canının yanmasına alışkındı o, bedeninin ve ruhunun çürümesine alışkındı; her gün aynı bok suratlı adamla uyanmaya ve geceleri onunla uyumaya alışkındı. Küçük eksiklerin büyük hatalarmış gibi algılanmasına alışkındı. Mutfak kapısına arkasını dönerken içi endişe dolardı; baktığı ilgilendiği adamın –kim bilir bu sefer hangi nedenden- ani hamlelerine, şiddetli darbelerine alışkındı. Işıl ışıl bi' cildi vardı ama fondöten kullanmak zorundaydı; yoksa vücudunda bok suratlının bıraktığı izleri nasıl kapatırdı… Şimdi vücudunun bir kaç yerinde taşıdığı yara ve dikiş izi dışında onu cildinde rahatsız eden bi’şi yoktu, fondöten de pek sık kullanmıyordu.
Tuğçe derin ve sessiz bir nefes aldı. Kendisiyleydi ve özgürdü. Bir adam yoktu ve yalnız hissetmiyordu çünkü kendinin farkındaydı; kendi varlığının, isteklerinin, ihtiyaçlarının… Aklında sadece kendisi vardı. Kendi varlığıyla dopdoluydu. Yalnızlık o  adamın kollarında uyurken vardı, mutfak masasında karşı karşıya oturmuş yemek yerken vardı, Banyoda sırtını keselerken ve hemen sonrasında onunla sevişirken vardı.
Tuğçe bok suratlıyı sesli anarken Ayşe Hanım içeri girdi.
Ayşe -Mantılar neredeyse haşlanmış, soydun mu sarımsakları?

Tuğçe'nin yüzü birden aydınlandı, bu öğlen yemekte mantı vardı. Ayşe Ablası, Nilgün ve o birlikte yaptıkları mantıları kız kıza yiyeceklerdi. Nefesinin sarımsak kokmasında bi' sakınca yoktu atık. Hoooooooo be hooooooo (!), dünya varmış. Tuğçe kendiyle dolu şimdi mutlu bir kadındı.  

21 Mayıs 2013 Salı

NEJLA’DAN BİR GÜN ÖNCE


Kırmızı bir elma.
Yeşil bir yonca.
Yürüyen mavili bir kadın,
Parmak uçlarında.

Yüksek ağaçlar.
Yüzünü göğe çevirmişken o ,
Kızıl saçları dalga dalga.

Eflatun bir gökyüzü.
Çiçek kokan rüzgar.
Kanat çırpar özgür kuşlar.

Mavili, kızıl saçlı kadın,
Yürürken parmak uçlarında yalın ayak,
Yeşil yonca eziliyor altında.

Avuçlarındaki kırmızı elma,
Isırılırken iştahla,
Yarım kalmaktan mutlu.
Mavili Kadının içi daha kırmızı,
O büyük ısırıkla.

Ağaçlar yapraklarıyla güneşi süzüyor.
Kadın izlerken eflatun gökyüzünü,
Toprak rengi gözleri kamaşmıyor.

İçinde çağlayan bir şelale,
Her notaya basıyor,
Her rengi alıyor,
Hüzün renginde akıyor,
Sevinç renginde akıyor,
Kararıyor, sararıyor ve kızarıyor.

Kırmızı elma bittiğinde,
mavili, kızıl saçlı kadın eve dönmeye karar veriyor.
Eflatun gökyüzü kararıyor ve rüzgar soğuk esiyor.

Kadın saçlarını topluyor, parmak uçlarındaki toprağı silkeliyor.
Ayakkabılarını giyiniyor.
Gri şehrine ve bir artı bir evine gitmeden hemen önce,
Arabasında, yalnız oturuyor.

İçindeki sesler ver renkler solgun.
Şehrinin rengini giyinmeye hazır.
Arabaya biniyor, yolu alıyor, evine varıyor.
Gri kaldırımı bir gün daha topuklarıyla aşındırıyor.

Eve girer girmez bir duş alıyor,
Tuvaletini edip elmayı çıkarıyor.
Sonra hemen yatıyor.
Yarın yine iş var ve iş arkadaşı Kedi suratlı, meymenetsiz Nejla.













12 Mayıs 2013 Pazar

Bir Vakitler Bir Aşk Varmış Desinler


“Bir vakitler” diye başlayan yazının kahramanları, bir adam ve onu yıllardır görmeyen bir kadındı. Tesadüf eseri, alelade bir yerde ayak üzeri kesişen yolları kısa sürede ayrılmıştı. Hayatları başkaydı… Adam kadını kısa sürede unuttu, hayatına baktı: hayalleri ve onları gerçekleştirmek için kurduğu makul planları vardı. Hayat adama cömert davrandı ve beş yıl içerisinde ona istediklerini verdi. Ülkeler gördü adam, şehirlerde yaşadı, kadınlarla tanıştı. Kadın hiçbir yere kımıldayamadı, adamı uzaktan izlemekle yetindi. Evrenin cömert enerjisine güvenerek umut etmeyi sürdürdü. Gördüğü bir fotoğraf, duyduğu bir kelimeyi hafızasına kaydedip, içinden tekrarladı… Sonsuz bir özlem duydu, engel olamadığı bu his içini çöle çevirdi, yaktı kavurdu. Arabesk filminde Şener Şen’in çölde “Allahım kör et beni” şarkısını söyleyerek sürünüşü gibi süründü senelerce ve haline acısa mı yoksa gülse mi bilemedi… Aslında kadın salak da değildi: Kendi kendine neden bunu yaptığını çok sordu ama bir türlü doğru cevabı bulup veremedi. Sadece salak olmamasına rağmen(!), salak bir saplantıyla bu adamı unutmamayı sürdürdü. İspanyolların dediği gibi “Hayat varsa umutta vardır.” son nefesini verinceye kadar o adamın adını unutmayacağını da biliyordu ve yeniden yollarının bir nedenden kesişeceğine duyduğu inancı hiçbir zaman yitirmedi. Adam şimdi bir yerde mutlu mesut yaşıyor ve kadın başka bir yerde onu unutmamayı sürdürüyor… Aşk kumar gibidir, kim kazanacak kim kaybedecek bilinmez ve Hayat sürprizlerle doludur, vakti gelir veri verir masum yüzlü arsız bir kadın gibi şaşarsın. "Bir vakit verelim" görelim(!)

...
Ölmezsem yazarım.

5 Mayıs 2013 Pazar

Zeytinli Çörek


Eylül çörekleri severdi. Yumuşak yüzlerini ısırmayı ve dişlerini içine geçirdiğinde ağzına yayılan lezzeti; tuzlu, tatlı, baharatlı… Hemencecik yiyip bitirdiği çörekleri zamanlar harcayarak pişiren kadınlara hep hayrandı. Çörek yapmak sabır işiydi, bir tezgahın önünde ellerini ve deneyimlerini kullanarak kadınlar, ne muhteşem çörekler yapıyorlardı; Sakince, sessizce, yüzlerinde anlam veremediği bir anlamlı ifadeyle.
Bir anlamlı ifade! O ifadeyi önce şartlar sonra kendi arzusu nedeniyle taşımaya karar verdiğinde           -saklamayı isteyecek kadar- yaş almıştı. 
Ne vardı o ifadenin gerisinde? Gerideki, kadından kadına değişir miydi? Mutfaktan mutfağa ve tezgahtan tezgaha… Yoksa aynı mı kalırdı, hepimiz insandık da ondan dolayı çok başka sandıklarımız aslında benzer miydi? Çevre sessiz kaldığında, yalnız kadın yüzüne giyindiği o ifadeyle hamuru yoğuruyordu. Sertleşmiş kemikli ellerde de ojeli narin ellerde de hamur çörek oluyordu.
Eylül çörek yapmak için erken saatte uyanmıştı. Tırnaklarını özellikle kısalttı ve ojelerini çıkardı. Ellerini iyice sabunlayıp tırnaklarının arasına özellikle çalıştı. Tezgahını tekrar deterjanlayıp duruladı ve malzemeleri bir bir dolaplardan çıkartıp itinayla, tertemiz ışıldayan tezgahının üzerine yerleştirdi. Oranlar önemliydi, ısı önemliydi, karıştırma ve bekleme süreleri önemliydi, tazelik önemliydi… Tadı daha da güzelleştirmek için öğrenilen yeni yöntemler ve aromalar çok çok önemliydi. Bir de henüz test edilmemişi işin hamuruna katarken kadın aklına mukayyet olmalı ve zihinsel disiplini elden bırakmamalıydı.
Akıl uçmamalı, kaçmamalıydı! Aklı ehlileştirmek vahşi bir atı ehlileştirmek gibiydi. Emek ister ve zaman alırdı. Ama kadın yaradılıştan bunun için kodlanmıştı: Herşeyi düzene koyardı. Çalışkandı kadın yapardı ederdi, uğraşırdı sabırla didinirdi. Bir de Unutmazdı kadın, hiçbir şeyi unutamazdı (!)
Eylül, kattı, katıştırdı, tezgahının başında yüzündeki o ifadeyle dakikalarca çalıştı. Çörekler şekillendi, fırına verdi ve tezgahını toparladı… Tüm bunları dikkatle yaparken de “iç(l)i” düşündü. Çünkü o çörek yapan bir kadındı.
“Düşüncem, hayatımın aklımdaki yansımasıdır.
Düşüncelerimi hayat aydınlatır ve karartır.
“Düş” düm dedim. Bu benim düşüncemdi
“Düş”mediğimde de düşünmedim.
Düşmeden, düşünmeden düşlemeden duramam,
Çöreklerim ondan lezzetli(!)”

1 Nisan 2013 Pazartesi

Aydınlık ile Karanlık

Aydınlık der ki; Sevdiğim sana “Karanlık” derler. Diyenler seni benim gözümden görmezler: Ah (!) o Ay cemalin sanki nurlu bir gül bahçesi. Senin yeşil dalın onların dilinde kara odun… Karalar ateşe atarlar seni, sen yanarsın benim dağlarlar yüreğimi. Seni üzenler bilmezler, günahına girerler. Dilerim Adalet Allah’tan! Gün gelir görürler Karanlık Cehennemin dibini.

Korkak



Kaç kere sevmedin hiç saydın mı?
Kaç kere sevmedin onu…
Kaç yıl sevmedin, ay ve gün!

Gözlerinden kaç kere kaçtın hiç saydın mı?
Bir saniyeliğine baktın, yetindin…
O saniyeyi kalbinde, “ sanki zaman durdurmuştu” gibi hissettin
ve sevmedin onu.
Onu kaç kere sevmedin!
Kaç bakış
Kaç yıl, ay, gün…

Ellerinden kaç kere kaçtın hiç saydın mı?
Bir anlık dokunuşla yetindin.
O bir anlık dokunuşu “sanki aklımı başımdan aldı” gibi hissettin
ve tekrar tekrar hissedip derinlerinde sevmedin onu.
Kaç kere sevmedin!
Kaç dokunuş
Kaç yıl, ay ve gün…

Hayır sevmiyorsun onu, hiç sevmedin,
Hiçbir bakış, hiçbir dokunuş,
Hiçbir an,
Hiçbir zaman.


Zaten hiç sevilmedin de, sevmediğinden.
Şimdi o bir yerde sen başka bir…
Sustu sözler.
İçin de sus pus.
Oh!

Yaz, çiçekler ve ay,
Filmler ve yazılar,
Şiirler ve şarkılar da olmasa…
Ne güzel olurdu!

27 Mart 2013 Çarşamba

Karanlık ile Aydınlık “The window to the soul”



Hayat (ım),
İzliyorum seni,
Penceremin gerisinden…
Acelecisin,
Telaşlısın,
Hep yetişmek arzusundasın.
Sen nereye gidiyorsun?
Sen neye yetişiyorsun?
Sır değil aslında,
Biliyoruz, biliyorsun.
O bir aydınlık yer:
Daha eşiğinde nefesini kesen,
Damında güller açan,
Duvarları sessiz komşulara yaslı,
Uzanırken sere serpe,
O şakıyan seni, dut yemiş bülbül eden
Etini unuttuğun kemiğinden bi’ haber!
Arada tabi gelir ziyaretçiler,
Rahatsız etmemek için içeri girmezler.
Özlem’den süzülür yaşlar gözden,
Damına damlar, şıp şıp eder.
Sonra bi’ ıslaklık bi ferahlık…
Mis bir toprak kokusu sonra,
Gerisiiii Ahhh
Gerisi zifiri Karanlık!