28 Mayıs 2012 Pazartesi

Masalları da İnsanlar Yazar



Aslında insanlar, duyguların içlerinde uçuştuğu anlar için yaşar. O anların dayanılmaz cazibesi “hayır” demeyi güçleştirir ve hatta reddetmek imkânsızdır. Canının yanacağını bilsen de teslim olursun. Kadına, adama, içkiye, sohbete, ayakkabıya… Uçuş uçuş olursun. An güzeldir!
Benim kahramanım hiçbir zaman uçmaktan korkmadı. Uçuşan duyguların peşinden gelen can sıkıcı, acıtıcı her şeyi büyük bir yürekle karşıladı ve “an” gelip geçtiğinde ve sıra acıya geldiğinde hep şöyle dedi: “Değerdi, yine olsa yine yaparım!”
Hikaye mi anlatıyorum? Hayır!
Bir masalın içinde mi yaşıyorum? Hayır!

Şöyle eşsiz bir hikaye yazmak isterdim hatta daha iyisi bir masal kahramanı olmak. Ben hayatı bütün gerçekliği ile ve en gerçek halimle yaşıyorum. Üstelik masal gibi bir hayatım da yok, emin olabilirsiniz. Tüm bunları derken geçmişte bıraktıklarıma “ Hikaye oldu!” da demiyorum.
Hikaye olmasalar da yaşadıklarım, içimde bi’yerlerde birikiyor; sıra sıra diziliyor; içimde beş raflı geniş bir kitaplık var. Hayatı yaşarken “davetkar yeni anlar” sayfalarımı aralıyor. “Eski ben”i okuyorum. Eskiden yapıyordum ama şimdi yapmıyorum diyorum: Çünkü canımın yanmasına tahammülüm yok; ya da zaten o anı yaşadım; öyle anlar bir kere yaşanır; ya da daha gerçekçisi: O boku bir kere yedim ikinci kere yiyecek ve bok çuvalına dönecek değilim.
Ben bir kahraman değilim, bir masal kahramanı hiç değilim ama benim bir kahramanım var ve o hiçbir zaman uçmaktan korkmadı. Uçuşan duyguların peşinden gelen can sıkıcı, acıtıcı her şeyi büyük bir yürekle karşıladı ve “an” geçip sıra acıya geldiğinde hep şöyle dedi: “Değerdi, yine olsa yine yaparım!”
Masallarda kahraman kusursuzdur. Kötü kalpliler ve ters giden olay örgüsü yüzünden çok acı çeker ve sonunda mutlu olur. Benim kahramanım kusurlarla doludur ve bi’dolu yanlış da yapar. O hayatını yaşamak ve anı yakalamak için çoğu zaman bencildir ve bu yüzden birilerine göre kötü biridir. Benim “gerçekten” kahraman gördüğüm odur işte. Bu ters kahraman “O an” için acı çekmeyi göze alarak masalı geriden yaşar. Anı yakalar, mutluluğu yaşar ve acıyı sona saklar.
Kahraman insanlar hayatlarını yaşar ve gerçek masalları da “sondan başa” bu insanlar yazar.

25 Mayıs 2012 Cuma

YOLCULUK NOTLARI (DOKUZ)

Koltuğumdaki El


İleriye bakarken gerisini gören insan görmedim ama tahminim benim gibi yanlarını gören çoktur. Yine dolmuştayım; yine, yine, yine! İlk durakta binip son durakta inan biri olarak dolmuşun/m kadim yolcusuyum denebilir. Biri biner, diğeri iner; yanım, ötem, berim dolar dolar boşalır; değişir de değişir ama ben hep ordayımdır: koltuk gibi, tutunma direği gibi, inecek var düğmesi gibi… Dolmuşun ister gerisinden ister berisinden say “demirbaş” (!) Dolmuştaki düşüncesiz kocabaşlardan olacağıma bin kez demirbaş olmayı yeğlerim.

Soldan üçüncü sıradaki çift kişilik koltuğu “biri”yle paylaşıyorum. İsimsiz cisim= biri! Biri iniyor biri biniyor sürekli. Sonra, yolun sonu görünüyor, hiç ”biri” yanıma oturmuyor. Oh! Teklik hoşuma gidiyor. Eee, insan özünde yalnızdır di mi! İleri bakıyorum, gerimi göremiyorum ama yanımda bir çıkıntı beliriyor. Ana tarafından Lazlık vardır. O tarafımdan düşünüyorum: esprili, gevşek, sivri bir içtenlikle kendi kendime “Ula pu nedur?” diyorum. Kafamı çeviriyorum aaa… Elin eli! Bir el bilekten itibaren koltuğun yatay direğini aşmış, benim yan koltukta yukarı aşağı sallanıyor. Dolmuş yamalı yol boyunca her tümsekte havalanıyor ve el kımıl kımıl kımıldıyor.

Ele sinir oluyorum ve öyle bir bakış atıyorum ki anlatamam. Lakin el arsız, meydan okuyor “yumruk” oluyor: Şimdi yumruğun zihnimde yıllarca öğrenip biriktirdiğim öyle anlamları var ki… Anlam yere, zamana ve insanına göre değişiyor. Yukarı yumruk meydanlar ve direniş, savrulan yumruk tartışmada şiddet, boks maçında spordaki bir hamle, dolmuşta arka koltuktaki biri yapıyorsa da bence kesinlikle “La(n) bu el burada kalacak! şeklinde bir direniş, meydan okumadır!

El kıllı, kara, derisi kalın, erkek…
Bu erkek bence koca baş, koca dana, ayı…
Çok şükür el üstüme çıkmadı! Bir yolculuğu daha ellenmeden atlattım.

24 Mayıs 2012 Perşembe

YOLCULUK NOTLARI (ON)

Sümüklü Muavin

Otobüse bindim. Metal kutu yine hınca hınç dolu. Yol alıyor, sonra düşüncesiz minik bir araba yüzünden şoför tam hızını almışken sertçe frene basıp yavaşlıyor. Kırmızı ışıkta şoför minik arabayı yakalıyor ve yolcuların biniş yaptığı kapısını açıp şoförüne diyor ki: Yolcuların en az yarısı bu fren yüzünden anama sövdü. Küfrün yarısı sana aittir! Sesinde öfke yok, espri var. Kelimelerin taşıdığı ağır anlam yumuşak sesin etkisiyle hafifliyor.

Benim yüzümde bir anlamsız tebessüm… Görüş alanımdaki bir kaçında daha benimkinin aynından!..

Yola kaldığımız yerden devam ediyoruz. Sonra durağımda inip dolmuş durağına yürüyorum; sahiplendiğim kuyruğu”m”a giriyorum. Dolmuş neyse ki çok bekletmiyor geliyor, biniyorum. Paramı veriyorum, biletimi alıp hep tercih ettiğim yere oturuyorum. Birinciyim, peşimden diğerleri biniyor ve kuyruk bitiyor. Dolmuş hareket ediyor.

Bir süre geçiyor geçmiyor gözüm muavine ilişiyor. Eli burnunda –mı? (anlamlandıramamaktan kaynaklı anlık bir şaşkınlık) dikkat kesiliyorum. “Evet eli burnunda(!)” içimden doğruluyorum. Ulan bindiğimizde bileti koçanından ayırırken elini tükürüğünle ıslattın görmezden geldik, ya bu nedir sümüklü(!) diyorum içimden. Kızıyorum! Malum bilet elimde. Tükürüklü, sümüklü, terli; muavinin vücut sıvılarının tümüne bulanmış. Tiksiniyorum! Lan ben senin ananı… diyecek oluyorum (yine içimden) ama tutuyorum kendimi demiyorum. Anasına yazık. Sonra, kızdığında birilerine birileri bu anaları ağzımıza dolamamız genel olarak hiç hoş değil. Yapmıyorum! Erkek egemen toplumun ürünü diyesim geliyor ama “Eşeğin oğlu” küfrü de babaları hedef alıyor. Derdimiz karşımızdakinin bizzat kendiyken Anayı babayı işin içine karıştırmak niye: “Öküz" diyorum öküz! Eee hayvanın da suçu yok ama o an için mucit olamıyorum.

Sümüklü Muavinle göz göze geliyoruz bir an. Sallamıyor hiç beni gamsız adam. Bileti otobüsün içine atıyorum; Hayat, şartlar, insanlar… yola devam!

21 Mayıs 2012 Pazartesi

YOLCULUK NOTLARI (ON İKİ)


Bu sefer kaleme alacağım yolculuk notum biraz karışık. Çünkü uzun zamandır yazmıyorum ve bir önceki yazımla şimdi arasında geçen zamanda oldukça çok şey yaşadım. Çevremden gelen mesaj bombardımanı aralıksız sürdü. Hangisinden başlasam; kendimi onca hissin, davranışın, düşüncenin arasında nereye sığdırsam bilmiyorum.

Üniversite Hocam! Evet sanırım ondan başlamalıyım.

Okul yıllarında en çok ilgimi çeken insandı o. “Anlamaya çalışın! Sorgulayın! Size verilen hiçbir bilgiyi öylece kabul etmeyin!” deyip dururdu. O da öyle yapıyordu o yüzden de bence hayatında (… işi araştırma ve yeni fikirler geliştirmek olsa da özellikle kariyerinde…) engellerle karşılaşıyordu. Ne de olsa bizim memlekette düşünen bi’de utanmadan düşündüğünü söyleyen biriysen işin pek kolay değildir. Kendimi en özgür hissettiğim dersler ve sınavlar onunkiydi…

irfan erdoğan’ı geniş zamanda seviyorum.

Geçenlerde onun web sitesine girdim “ben kimim” e ne yazmış merak ettim. İnsan şurda doğdum burada çalıştım, şunu yazdım der di mi? Yani hayatta her şeyin olduğu gibi bununda bilindik bir kalıbı vardır. Genel geçerdir yani. Ben Kimim, Öz geçmiş başlığını gördüğünde içeriği bilirsin işte… Ama nerde? Konu oysa… Tahmin etmeliydim aslında. O kalıplara uymaz, o olanı,
öylece sunulanı sorgular, kendine göre yeniden yorumlar ya da örtülü kalmış, “kalması gereken” neresiyse orayı arayıp çıkarır ortaya! Bildik “ezber” bir özgeçmiş yerine insanı sarsan, “insanlığını”, içine fırlatıldığı somut dünyayı sorgulamaya ve gerçeği aramaya, anlamaya teşvik eden bir yazıyla karşılaştım. “Mevcut olan her ne varsa zihninde, çevrende hepsinden arın ve beni öyle oku ve lütfen(!) yazının “öz”ünü ne demek istediği anlamaya çalış! Diye arada bas bas bağıran bir yazı…

Okudum!

“Öz” adını verdiğim bloğumdan, Yolculuk Notları (Sekiz) deki boktan gözlemimden tiksindim. Özlem’in “Öz” ünden uzaklaştığımı nesnelerle hissettiğimi ve onların hissettirdikleriyle gözlemlediğimi gördüm. Ben sorgulamıyordum, ben gözlemlerimde uyutulan kitlenin tam da içinden, onlara aitken olanlara bakıyordum. İnsan gözü açık uyuyabilir mi?

… Biz Rüya Görüyoruz!

Çok yolculuk Notu biriktirdim: Koltuğumdaki El, Sümüklü Muavin, Oyuncu Bebek, Köprü, Pasta Markası, O büyük firmanın çalışanı, İlişkiler...

…Uyanık Kalıp, geç olmadan yazarım umarım!

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Yolculuk Notları (Sekiz)

"Pembe renkli,asimetrik desenli yağmurluğun sahibi"

Ankara’nın A. Ayrancı semtinden otobüse biniyorum. Kaldırımlar, üzerine parkeden arabalar yüzünden kırık ve oturduğum cadde onu kesen sokaklarla çok güzel. Düzenli, sakin, sade… Semte, keyifli diyemem ama huzurlu, güven veriyor.
Dolmuş durağına yine her iş günü yaptığım gibi sabahın erken saatlerinde iniyorum. Kuyruğa giriyorum. Temiz giyimli insanlarla aynı kuyruğun parçası olmak hoşuma gidiyor. Uykuyu üzerimden atamamışım diğerleri gibi, bu yüzden, suskun ve suratsızım. Otobüs geliyor. Herkes sırayla biniyor. Bilet ücretini ödemek için ilerlerken; “oturan kadın yolcu” önümdeki genç kadına gözlerini dikiyor ve onu inceliyor. Oturan bu yolcu, gerçekten güzel… Neden hiç bana bakmıyor(?) Önümden ilerleyen yolcunun neyi fazla (?) neyi böyle dikkati üzerinde toplayan(?)…”
Merak ediyorum (!): Daha mı güzel ya da sadece yüzünde, üzerinde farklı bi’ şeyler mi var? Moda bir aksesuar mı taşıyor mesela…
Gözlerim, kimselere çaktırmak istemeden, “bir kadının dikkatini çeken diğer kadının” üzerinde geziniyor: Sarı uzun saçları var, beyaz bir teni ve renkli gözleri… Onun en ilgi uyandıran yanının göz makyajı olduğuna kanaat getiriyorum. Kız gözlerini siyah kalemle öyle bir çerçevelemiş ki; Mısır Prensesi Klopatra yanında sönük kalır!
İçimdeki ince kıskançlık yatışıyor, sakinliyorum: Bakan ve bakılan birbirilerine benziyor. Muhtemel, bu göz makyajını ben de yapabilirim(!) düşüncesiyle o kadar inceledi hatunun biri,diğerini. Yoksa benim albenim tartışılmaz canım diyorum kendi kendime. Tüm bu hisler ve düşünceler içimde bir iki dakikalık bir sürede doğuyor ve ölüyor.
Klopatra gözlü kızla Kızılay durağında iniyoruz. İnsan içine karışıp gözden kaybolana kadar onu izliyorum. “Pembe renkli, asimetrik desenli yağmurluğunu” seviyorum. Benim için o saniyeden sonra bu beğenilen kadın; “Pembe renkli, asimetrik desenli yağmurluğun sahibi” oluyor.

Günler geliyor ve geçiyor. Hafta sonu için iş arkadaşımla güzel bir ayarlama yapıyoruz. Her iş günü, birbirimize kelimeler dolusu ayar veriyoruz: Kelimelerin toplamını özetlersem; “Dahi Deli, Salvador Dali Sergisi’ne gittiğimizde, her şey güzel olacak(!) Hafta içi çok koştuk, biraz ara verip soluk alacağız…” diyoruz.

Nihayet Salvador Dali’nin Resim Sergisi’ndeyiz. Geniş alanda ferahlık var. Resimler benim için çok çirkin ve çok etkileyici. Sergiyi gezmeden önce dikkatle sanatçıyı ve eserlerini anlatan bir belgesel izledik ama anlatmak istediklerini doğru anlıyor muyum(?) bilmiyorum. Sonra sergiyi gezmeye başlıyoruz ve saatler biz fark etmeden etrafımızda koşuşuyor, D(a)eli’nin eserlerine öyle dalmışız ki fark etmiyoruz; o da gelip geçiyor. Resimlerin içinden çıkıp bir an kendime geliyorum ve sergiyi gezenlerin üzerinde gözlerim geziniyor ve “Pembe renkli, asimetrik desenli yağmurluğu” a takılıyorum:
O kız(!) Klopatra gözlü kız (!) Geçtiğimiz günlerin birinde aynı otobüsü paylaştığım kız(!) kıskandığım kız (!) şimdi ikimizde sergideyiz. İçimde bir yerlerde ona karşı anlam veremediğim bir yakınlık duyuyorum. Onu görmek mutlu ediyor.


Ve ben şimdi “o”nu yazıyorum. Hayat ne tuhaf onun tüm bunlardan haberi yok (!): gözlemlerimden, hislerimden ve yazımdan.