20 Nisan 2012 Cuma

Yolculuk Notları (Yedi)




Terbiyesiz Şoför


Sabahın erken saatlerinde dolmuş durağında beklerken, 3 ay önce yine bir dolmuşta tanışıp ahbap olduğum hanımı gördüm, göz göze geldik, bana selam vermedi. Hiç yakıştıramadım (!) O günlerde Ankara’da kış çok çetin geçiyordu ve biz eve dönüş yolunu birlikte almıştık. “Kar, ter” içinde 5 saatlik yolu birlikte göğüslemiştik. Buz yüzünden tekerlekler ilerlememişti de; Dolmuş şoförü kümesteki tavukları kışkışlar gibi, tümü kadınlardan oluşan yolcuları kovarken birlikte karşı durmuştuk. Hey gidi be (h)!!!  Kış kış!!! Neyse (h)  çok şükür bahar geldi.  Artık Eskişehir Karayolu üzerinde ilerlerken bizi geciktiren tek neden trafik yoğunluğu ve yolu tıkayan olası kazalar…


 Dolmuş geldi, dolmuşa doluştuk. Soldan üçüncü sıradaki çift kişilik yerimi kimseye kaptırmadım, yine kuruldum. Tam hareket ettik derken, başka bir beyaz dolmuş önümüze kırdı. Şöför  saniyesinde köpürdü, savurdu küfürü; “Ayı (h) !!! Senin durağın mı ora, ilerle (h)… .mına koduğumun çocuğuuu (h)!!!

Bütün dolmuş kelimelerin şiddetiyle irkildik. Önümde oturan zarif görünümlü hanım, “terbiyesiz” dedi. Ben ağzımı doldurup kocaman bir “öküz” çıkardım içinden… Çevremdekiler duydu ve tepkisiz kaldı. Sözüm şoföre ulaşmadı –İyi oldu. -

Aslında ben de çalışırken gerildiğimde çok küfür ederim. Bir yerde okumuştum; İnsan sinirlendiğinde küfrederse tansiyonu dengeliyormuş… Bahane diye söylemiyorum; yani tansiyonumu dengelese de dengelemese de “küfür ederim” kendi kendime. O yüzden şoföre verdiğim tepkiyi iş arkadaşlarım görseydi; “Kardeşim sanki sen etmiyorsun!” derdi.

Ayrıca, hayat masallardaki gibi yalıtılmış ve top pembe değil. Yeri geliyor küfrün de… Senin gibi tatlı bir bayana yakışır mı? Kalıbını da bu toplumda topumuz yıkalı uzun zaman oldu. Dolayısıyla, başkaları küfrettiğinde tasvip etmiyorum ama kendim etiğim de de bunun yanlışlığını fark etmiyorum! Her insandaki olağan çelişkilerden!

“Yolumuz uzun… Bunu yazan tosun … kosun!” diyorum ve sözlerimi noktalıyorum.

19 Nisan 2012 Perşembe

YOLCULUK NOTLARI (DÖRT)

Dans eden elektrik direkleri

Otobüs faslı bitmiş, dolmuştayım. Ortalarda bi’ yerlere ve genelde yaptığım gibi soldan üçüncü sıradaki çift kişilik koltuğa tek başıma kuruluyorum. Uzun bacaklarım koltuğa sığmadığından bu şımarıklığım… Hem her iki yönden de son durakta bindiğim için, metal kutu henüz hınca hınç dolmamış oluyor. Birinin hakkını gasp etmiyor ve diğerlerini rahatsız etmiyorum. Yani emin olun; ben bir zorba değilim. Medeniyim(!)

-Gerektiğinde kendimi eleştirmeyi de becerebilen biriyimdir. Öküzlük ettiysem vallahi ve de billahi dillendirir, yazarçizerim.-


Walkman vazifesini de gören yeni teknoloji telefonumdan müzik dinlerken; başımı dolmuş camının gerisinden mavi gökyüzüne kaldırıyorum. O zamanlarda kendimi kutuya hapis insancık gibi değil de daha özgür ve mutlu bir insan gibi hissediyorum. Eee(!) nihayetinde işin aslı yabancılaşsak da tabiata “ona aidiz.” Parçasıyız (!) Bir bakmak bile iyi hissetmeye yetiyor.

Gözlerim maviyi çizen griye ilişiyor: Kablolar hareket ediyor, kablolar ilerliyor, dalgalanıyor. Gri çizgiler kulağımdaki müzik eşliğinde dans ediyor (!) Yüzümde çevremdekilerin anlamlandıramadığı bi’ güzeltebessüm ... Kim ne der diye düşünmüyorum, yüzümdeki gülüşü seviyorum, silmiyorum. Bütün yol, onların danslarını izleyerek geçiyor. Hayal kurmama, güzel anılarımı anımsamama, aşkı hatırlamama ve özlememe neden oluyorlar.

Onca insanın ten kokusu, nefes kokusu, parfüm kokusu, deterjan kokusu, terden kirlenmiş bayat kumaş kokusu… tiksindiriyor, nefret ettiriyor. Gözlerimle kablolara tutunup, kendimi yukarı çekiyorum. Metal kutudan ve tüm o insanlardan uzaklaştıkça -zihnimde- mutlu oluyorum.

Ben bu seferde mutlu olmayı başarıyorum!

16 Nisan 2012 Pazartesi

YOLCULUK NOTLARI (ÜÇ)

Yüzüme vuran güneş ışıklarıyla uyandım. Güzel bir günde işe gitmek yerine başka bi’ yere gitmek ve mutluluk veren başka bi’ deneyim yaşamak için çaresiz bir istek duydum. Rutine uydum, itaat ettim; kendi kendimi durumla ilgili teselli edip giyindim ve yine yollara düştüm. Benim işe gidişimin tam karşılığıdır “yollara düşmek!” Toplamda 3 saat 25 dakika süren ortalama yolculuk: yürümek, duraklar, toplu taşıma araçları… Çoğul, karmaşık ve aşırı bir gidiş ve geliş hali benimki...

Son dönemde işe geç kalmalar ile ilgili aldığım şimdilik nazik uyarılarsa cabası!.. Eee (!) Atalarımız boşuna dememiş “Çeken Bilir!”diye… Özetle; benim halimi özel taşıtlarında trafik sıkıştığında oflayıp sıkılan işverenler değil; çeken bilir anca…

Bazen, Ankara’da yaşayan ve kariyer anlamında hiçbir zaman tatmin olamamış biri olarak kaderin beni İstanbul’a hazırladığına dair bir hisse kapılıyorum: Şimdiden o güzel, tutkulu ve kaotik şehrin trafiğini yaşadığımı ve ona hazırlandığımı düşünmekten kendimi alamıyorum. Ankara gibi düzenli bir şehirden payıma düşen bu yol çilesi “İstanbul” ile baş edebileceğimi bana bas bas bağırıyor. Evrenin anlayana işaretleri!..


En sevdiğim topuklu ayakkabılarım ayağımda, eğlenceli giyinmişim, ruhum sakin… Dolmuşa adımımı atıyorum, ücreti ödeyip para kuyruğunu aştım derken, hareket eden metal kutu beni sallıyor, silkeliyor, hırpalıyor. Dengemi yitirip yere kapaklanıyorum. Elimdeki bozuk paralar zemine çarparak şangır şungur dağılıyor. Utanmıyorum! Tanrıma şükrederek yerden kalkıyorum. Çok şükür çenemi demir tutunma direklerine vurmadım ve sadece dizlerim sızlıyor; üstelik sadece “inceden”…

Sarışın bir bayanla göz göze geliyorum; Kadın halime gülüyor; Kızmıyorum! Ona “İyi ki çenemi vurmadım!” diyorum… Kendi kendimle ilgili içimden geçense şu oluyor; “Ben kalabalıkta rezil olmak” egosundan arınmış, gelişmiş bir insanım. Keyfim hala yerinde, kendimi aptal düşüncelerle yormuyorum. Oh metal kutunun kirli camlarının gerisinde güneşli bir gün var!..

Sür öküz şoför sür (!) en hoyrat, telaşlı ve kaba halinde sür!.. İşe yetişelim!

6 Nisan 2012 Cuma

Osuruktan Tayyare

Zülküf Ağa, Salih Ağayla bir öğlen saatinde çiftliğinin avlusunda buluştu. Şark köşesindeki havalı sedire kıvırıp bacaklarını oturdular. Yedikleri yağlı yemekler ve haram lokmalar ile büyüttükleri kıçları sediri yeni ısıtmıştı ki; Salih Ağa’nın en gözde kâhyası Süleyman Dayı avlunun kapısında belirdi. Ağalarını rahatsız etmekten korkarak, yüzündeki ezik ve yalaka tebessümle açık alanda seyirdi; bildiği, alıştığı, ait olduğu sedirin köşeciğine ilişti.

“Yüksek bir coğrafyanın en yüksek dağında; derelerin çağladığı, salkımsöğütlerin uzun saçlarını rüzgârın okşadığı, çiçeklerin renk renk açtığı birbirine dayandığı yer yer de kucaklaştığı o yerde arıcılık yapılıyordu. Köyün tabiatı öyle güzeldi öyle güzeldi ki, henüz elde değmemişti. Orayı bir kere gören bir daha unutamazdı. Köylüsünün yanakları aldı, onlarda arılar gibi çalışkandı.” İşte bu şiir gibi köyün Godoş Ağaları, arıcılıktaki son gelişmeler konusunda bilgilenmek üzere Devletin görevlendirdiği mühendisi bekliyorlardı.

Son dönemde TV’de dönen reklam kampanyaları dolayısıyla “bal” Tarım Bakanlığı’nın ilgisini çekmişti. Baldan Irmak, Çağlayan Bal gibi yeni markalar çok düşük fiyatlara kavanozlarca balı pazarlar olmuşlardı. Altın değerindeki bal, aptal reklamlarda pul olmuştu. Hal böyle olunca denetim şarttı, bilgilendirme şarttı!

Zülküf Ağa, eğitim fakültesini yarıda bırakmış, köydeki işlerin başına genç yaşta geçmişti. Aldığı eğitim nedeniyle kendini diğer ağalardan farklı bir yerde görüyordu. Kendi kendini, daha bilgili ve duygulu bir adam olarak algılıyordu. O kendince sağduyulu ve nazikti ve başka pek çok “iyi” şeylerdi!

Edalı bir iç çekiş: “Salih Ağa bu bal işi iyi olmadı. Şimdi gelecek zatı-ı muhterem anlatacak da anlatacak. İş bizim işimiz. Dedelerimizden beri biliriz. Boşa zaman kaybı.”

Salih Ağa, kara ve düz saçlarını yandan ayırıp briyantinle şekillendirmişti; ya da belki
samanlıktaki Sarı Kız saçlarını özenle yalamıştı. Cılız bıyıkları, tos(s)uk suratında fazla ince duruyordu. Konuşurken sesinin tonu hep aynı seviyede ilerlerdi. İnsanların yüzüne bakmadan konuşur, göz göze gelmesi halinde acelesi varmış gibi hemencecik kaçırırdı. İnsanları ezmek konusunda oldukça istekli bir boynu büküktü: Tanrı, sonradan olma sinsi kişiliği yüzünden sanki onu cezalandırmış ve insanlara “…Ya kulum bu sinsidir!” mesajı vermek için boynunu bükmüştü. Çipil gözleri bu nedenden hep altan alttan bakıyordu…

Kahya Süleyman mı demeli yoksa Kukla Süleyman mı? Süleyman, köyde sevilirdi vesselam: Cemaati hoş sohbetiyle toplayıp çevresinde, kelimeleri raks ettirirdi, tütün ve emek kokan köy kahvesinde… Kaytan bıyıklı Süleyman, Badem gözlü Süleyman, Selvi boylu Süleyman… Tatlı dili ona öyle bir kapı açtı ki; tepeden inme, Salih Ağa’nın kahyası olma mertebesine erişti. O günden sonra, Kahya Süleyman, bütün güzel meziyetlerini Salih Ağa’nın kirli emellerine alet etti. İçindeki masum çocuk; belki fark etti, belki etmedi ama uzaktan onu gören köylüler notu çoktan verdi. “Salih’in Süleyman içindeki o neşeli çocuğu, giydiği körüklü çizmelerin altında ezecekti.”

Cemre havaya yeni düşmüş onu ısıtmıştı. Yalancı bahara aldanan kayısılar bir hevesle tomurcuk vermişti. Devletin görevlendirdiği mühendis, uzun yollar kat ettiği arabasından indi. Yüzüne ılık bir bahar yeli vurdu, köyün çiçek kokan havasını kokladı. O an içinde de kır(köy) çiçekleri açtı; güzel hissetti. Bahar sarhoşluğu muydu bu, neydi!?

Salih Ağa’nın evinden içeri girdiğinde avluda oturan beyler ayağa kalktılar. Mühendis, geldiği adresin doğruluğundan emindi ama lafın gelişi ve lafa girmek için “Burası Zülküf Arpacı’nın evi midir?” dedi. Zülküf Ağa en nezaketli hali ve ince sesiyle avluda oluş nedenini içeri davet etti: Salih Ağa genelde o saatlerde tarlada tapanda teftiş de olurdu. Eee maraba (işçi) kısmını, başıboş bırakmak sonra başa sıkıntı açardı, sorun olurdu.

İçeri buyur edilen mühendis kendini takdim etti, sedirin en münasip yerine yerleşti; Çay ikramını severek kabul etti. Biraz muhabbetin ardından dokümanlarını, tanıtıcı broşürlerini çıkardı ve bilgisini beylerle paylaştı. Sükûnet içinde dinlenişi onu mutlu etmişti. Vazifesini yerine getirmenin ve işe yaramanın tesiriyle hafifledi, yükseldi. Lavaboya gitmek için izin istedi. Ağalar baş başa kaldılar.

Salih Ağa, Zülküf Ağa’ya döndü. Kelimeler ağzından telaşsız ve gevşek bir şekilde çıkıyordu: “Osuruktan Tayyare!” Devlet böyle genç kızları mı uzman diye görevlendiriyor? Benim arıcılıktaki geçişim, onun yaşı kadar…” dedi. Zülküf Ağa, Salih’i başıyla onayladı. “Aman dedi. Kırmayız kalbini o kadar yol gelmiş dinleriz, misafir ederiz, sonra da uğurlarız. Sen kafanı yorma Salih Ağa, “Biz yine bildiğimizi ederiz.” dedi.

Hava saatler ilerledikçe ısınmıştı. Broşürleri ellerine alıp Ağalar, gerdanlarını yellediler, havalandılar. Mühendis Hanım, görününce ellerindekini hemen masaya bıraktılar.

Zülküf Ağa, genç hanıma dönerek çok teşekkür etti. “Sizin gibi genç insanların fikirleri bizim için çok önemli. Siz bizim geleceğimizsiniz, paylaştığınız bilgiler çok kıymetli. Muhakkak faydalanacağız. Elimiz kolumuz olacak bu öğrendiklerimiz” dedi.

Salih Ağa, Süleyman Dayı’ya döndü ve talep eden bir ses tonuyla;“Broşürleri al, güzel bir yerde muhafaza et, kaybolmasın!” dedi. Süleyman hemen yerinden doğruldu, ceketini tutarak Ağasının önündeki broşürleri el pençe toparladı.

Salih ile Zülküf göz göze geldiler. Zülküf Ağa’nın kaşı gözü ayrı oynuyordu: Yüzünün her bir parçası ayrı bir anlam taşıyordu: “Bak ne güzel idare ettik. Havaya soktuk, havasını aldık, güle oynaya gitsin şimdi yoluna… Sansın ki kıymetli, sansın ki değerli, sansın ki biz onu dinleriz… Ne karlı ise, biz onu yaparız!” Zülküf Ağa o bir anda işte bu kadar şeyi anlattı. Salih Ağa’da iyi bildiği bu adamı saniyesinde anladı.

Zaman ilerledi, bahar serin yüzünü gösterdi. … Mühendis Hanım, bu anlayışlı, sevecen ve iyi yürekli Beylere konukseverliklerinden ötürü derin sevgisini ve içten teşekkürlerini sunarak bir sonraki görüşmesi için avludan ayrıldı. Memleketinin güzel insanlarına hizmet etmek
için yeniden yollara düştü!

YOLCULUK NOTLARI (İKİ)

Gün, bugün çok erken başladı. Saat 07.00 civarı uyandım.
Yataktan çıkmak için kendimi zorladım, başardım. Zaman kazanmak için bir gün
önceden hazırladığım kıyafetlerimi, yarı uykulu yarı uyanık giyinmeye başladım.
O esnada odamı havalandırdım. Biraz nefes teneffüs ettim. Vücudumu açmak için
esnedim, eğildim, ayak parmaklarıma dokunmayı beceremedim. Kaskatı kesilmenin
ne demek olduğunu bir kere daha hatırladım. Kendimi evden dışarı attım.
Kısa bir bekleyiş otobüs… iniş.
Uzun bir bekleyiş boş dolmuş (nihayet)… iniş!
Gidiş, gidiş, gidiş… Taşraya varış.

...
Oturduğum semt Ankara’nın en güzel yerlerinden. İnsanları medeni
ve görgülü. En tıklım tıkış en kıç kıça yolculuklarda bile insanlar nezaketi
elden bırakmıyorlar. Temiz giyimli ve güzel kokulu insanları görmek bana keyif
veriyor. Beni şehir merkezine götüren otobüsün içindeki kitleye kendimi ait
hissediyorum.
İş dolmuşa gelince durumlar değişiyor: İnsanlar değişiyor, koltuklar değişiyor, atmosfer bile değişiyor: Dolmuşlar zehir kokuyor, içinden mutsuzluk yayılıyor. Ama kadın ve erkeğin olduğu her yerde olduğu gibi, dolmuşta da arada duygular titreşiyor: Bakışmalar, inceden flörtler…

Ne yalan söyleyeyim; insanları izlemeyi ve incelemeyi seven biriyim. Eee, bu insan halleri de hoşuma gidiyor. Dozunda olduğu müddetçe! Dozundan kastım da şu: “Kişisel alanımın içindeyken insanlar; yani kıç kıça, dip dibe, yan yana, arka arkayayken, yani fiziksel alan bizi akraba kılarken; otobüs gibi, asansör gibi yerlerde; birbirlerine yakınlık gösteren çiftlerbenim varlığıma saygısızlık ediyor. Sevişme halleri yiyişme halleri gibi algılanıyor tarafımdan ve yüzümü, hangi tarafa çevirsem, dikkatimi hangi tarafa versem bilemiyorum.
Off, pof, pof, pof…

Ama, geniş ve ferah alanlarda; tutuşanlar, öpüşenler, sarılanlar… sevgiye saygımdan iyidir, sorun yok!

Bugün dolmuşta, bir tek yakışıklı delikanlı vardı. Boy yerinde pos yerinde, kumral, kaşlı gözlü, modern giyimli, kendine özenli… Güzelliğinden gözümüze ilişti. “maşallah” dedik. Yolumuza gittik. Bir süre sonra, duraklardan birinden üç güzel kız dolmuşa biniş yaptı.
Baktım: Delikanlı da ufak bir hareketlenme yerinde bir kıpırdanma... Dolmuşa en son binen kızıl güzelle bakışları anlık buluştu. Kızıl saçını şöyle bir tutup kulağının arkasına koydu… Üçüncü gözün sahibi ben, titreşimi hissettim. Yakıştırdım!
Yol boyunca onlar birbirinin varlığından haberdar, ben ikisinin arasındaki enerjiyi sezerek ilerledik. Geldi bahar ayları, gevşedi gönül yayları…

Bu doz güzel dedim içimden, devam, yola devam…