21 Temmuz 2012 Cumartesi

Aşka Yaz

Seviştim kelimelerle.
Bazı gündüz,
Bazı gece.
Aşkı aşkla yazdım,
Sonu gelmez kelimelerce.
Dilde “aşk” tek hece.
Sesi az çıksa da O,
Günde ve dünde
Çözülmez uzun bir bilmece.
Nefes nefese kalıyor insan,
Anlatırken de anlarken de.
Yorgun düşürüyor defalarca ve defalarca.
Pes etmiyor insan yine de.
Merak, her yenilgide büyüyor.
Onu büyütüyor da haliyle.
Aşk” büyük büyük konuşturuyor:
“Aşka yazmayı bıraktığım gün yaşamadığım gündür!”
dediğim bile oldu vaktinde.
Şimdi bakıyorum da ben aşka yazıyorum,
Ne mutlu bana demek ki hala yaşıyorum!
Ö.K.

Buzdolabı

Eylül işinden ayrılalı kısa bir süre olmuştu. Evde geçirdiği günler şaşırtıcı bir şekilde sorunsuz ve dolayısıyla keyifli geçiyordu. Sorundan kasıt, direk Eylül’ü ilgilendiren yani öznesi ya da nesnesi olduğu ilişkiler değildi. Çevresiydi. Çevresi sakindi, çevresi sorunsuzdu. İçine çektiği nefeste etkisiz oranda negatif enerji vardı ve bu ciğerlerine de yüreğine de iyi geliyordu. Keyfi ve ya kederi içine çekmek ve bir süre onunla hayatı solumak konusunda başarılı olan bu genç kadın,
mutlu insanlar içinde olmanın ömrünü uzun tutacağının şimdiden farkındaydı.

“Mutlu edersen mutlu olursun” hayata dair çok basit bir denklemdi ama cahil p.. kuruları için bunu anlamak neredeyse imkansızdı. Herkesi içine alan ve sanki bir kadın organı gibi yumuşakça çevreleyen Hayatı, sadece kendilerinin sanıp öyle hareket edenler, nihayetinde mutsuz ve yalnız kaldıklarında, nedeni asla kendilerinde aramayacaklardı, Eylül bunun da şimdiden farkındaydı.

P.. Kuruları çevreyi kirletiyordu; evde, sokakta, iş yerinde… Ama Eylül için en beteri, en en beteri (!) evdekiydi. Bir gün Annesi Ayşe Hanım’la şehirlerarası bir yolculuk dönüşü, kalabalık bavullarını taksinin bagajına attıktan hemen sonra, Deli Taksici Adam, yarı sarhoş haliyle şöyle bir cümle kurmuştu: “Dağdaki Aslandan Korkmam Evdeki Cahilden Korktuğum Kadar.”

Cehalet neydi, bilmemekti, fark etmemekti. Peki ya bilmek; matematik, Türkçe, tarih mi bilmekti. Hızlı arabaları, akıllı evleri, tatil yerlerini deneyimleyerek mi bilmekti... Bunları bilmek bilgili mi olmaktı? Bilgili olmaktı evet ama “Bilge” olmak değildi. Bilgili kişiyi bilge kişiden ayıran farkında olmaktı. Hayatının, kendi varlığının, çevresindeki insanların ve hayatların farkında olmak ve bilgiyi bu farkındalıkla yorumlamaktı. Yoksa “Bütün Dünya en okkalısından, en kokulusundan sıçsın” cahilce sahip olunan bilginin içine! İşte Eylül’de bunu biliyordu.

Çevresini soluyacak duyarlı bir beyine ve yüreğe sahip Eylül, hayatı yaşarken, hayatın içinde onca bilgiye erişmişti. Bu dünyada en korkutucu olanın şu genç yaşında “Cahiller” olduğunun farkındaydı. Ve onlar kazandıkça; çok para, kariyer vs., çevrelerindeki herkesi daha da küçük ve
değersiz görmeye devam edeceklerdi. Ta ki yaşlanana ve yalnız kalana kadar! İşte bu noktada yaş almak onlar gibiler için bilgeliğe yaklaşmaktı. Çünkü, insan çevresindeki nisanların ve hayatın farkına o zaman varır. Farkında olmak onları “insan” yapar. P.. kurusu olmaktan uzaklaşır ve hayatın bir parçası olduklarını anlarlar. Zarar verdikten ve iş işten geçtikten sonra insan olmaya
yaklaşmışken toprağa karışırlar.

Eylül evinin mutfağında, geçirdiği günlerin birinde,buzdolabının kapağını açmış ve kıpkırmızı bir elmayı yemek üzere eline almışken bunları düşünüyordu. Toprak bütün bilgeleri ve bütün cahilleri içine almış eritmiş ve elmaya dönüştürmüştü. Eylül o an farketti: Elma da kendi kurdunu yapardı! Bilge ve cahil bir arada güzeldi. O an Eylül Cahillere P.. Kurusu demekten vazgeçti.

Sesli düşündü:
E -Var bunda da bir denge…

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Masalları da İnsanlar Yazar



Aslında insanlar, duyguların içlerinde uçuştuğu anlar için yaşar. O anların dayanılmaz cazibesi “hayır” demeyi güçleştirir ve hatta reddetmek imkânsızdır. Canının yanacağını bilsen de teslim olursun. Kadına, adama, içkiye, sohbete, ayakkabıya… Uçuş uçuş olursun. An güzeldir!
Benim kahramanım hiçbir zaman uçmaktan korkmadı. Uçuşan duyguların peşinden gelen can sıkıcı, acıtıcı her şeyi büyük bir yürekle karşıladı ve “an” gelip geçtiğinde ve sıra acıya geldiğinde hep şöyle dedi: “Değerdi, yine olsa yine yaparım!”
Hikaye mi anlatıyorum? Hayır!
Bir masalın içinde mi yaşıyorum? Hayır!

Şöyle eşsiz bir hikaye yazmak isterdim hatta daha iyisi bir masal kahramanı olmak. Ben hayatı bütün gerçekliği ile ve en gerçek halimle yaşıyorum. Üstelik masal gibi bir hayatım da yok, emin olabilirsiniz. Tüm bunları derken geçmişte bıraktıklarıma “ Hikaye oldu!” da demiyorum.
Hikaye olmasalar da yaşadıklarım, içimde bi’yerlerde birikiyor; sıra sıra diziliyor; içimde beş raflı geniş bir kitaplık var. Hayatı yaşarken “davetkar yeni anlar” sayfalarımı aralıyor. “Eski ben”i okuyorum. Eskiden yapıyordum ama şimdi yapmıyorum diyorum: Çünkü canımın yanmasına tahammülüm yok; ya da zaten o anı yaşadım; öyle anlar bir kere yaşanır; ya da daha gerçekçisi: O boku bir kere yedim ikinci kere yiyecek ve bok çuvalına dönecek değilim.
Ben bir kahraman değilim, bir masal kahramanı hiç değilim ama benim bir kahramanım var ve o hiçbir zaman uçmaktan korkmadı. Uçuşan duyguların peşinden gelen can sıkıcı, acıtıcı her şeyi büyük bir yürekle karşıladı ve “an” geçip sıra acıya geldiğinde hep şöyle dedi: “Değerdi, yine olsa yine yaparım!”
Masallarda kahraman kusursuzdur. Kötü kalpliler ve ters giden olay örgüsü yüzünden çok acı çeker ve sonunda mutlu olur. Benim kahramanım kusurlarla doludur ve bi’dolu yanlış da yapar. O hayatını yaşamak ve anı yakalamak için çoğu zaman bencildir ve bu yüzden birilerine göre kötü biridir. Benim “gerçekten” kahraman gördüğüm odur işte. Bu ters kahraman “O an” için acı çekmeyi göze alarak masalı geriden yaşar. Anı yakalar, mutluluğu yaşar ve acıyı sona saklar.
Kahraman insanlar hayatlarını yaşar ve gerçek masalları da “sondan başa” bu insanlar yazar.

25 Mayıs 2012 Cuma

YOLCULUK NOTLARI (DOKUZ)

Koltuğumdaki El


İleriye bakarken gerisini gören insan görmedim ama tahminim benim gibi yanlarını gören çoktur. Yine dolmuştayım; yine, yine, yine! İlk durakta binip son durakta inan biri olarak dolmuşun/m kadim yolcusuyum denebilir. Biri biner, diğeri iner; yanım, ötem, berim dolar dolar boşalır; değişir de değişir ama ben hep ordayımdır: koltuk gibi, tutunma direği gibi, inecek var düğmesi gibi… Dolmuşun ister gerisinden ister berisinden say “demirbaş” (!) Dolmuştaki düşüncesiz kocabaşlardan olacağıma bin kez demirbaş olmayı yeğlerim.

Soldan üçüncü sıradaki çift kişilik koltuğu “biri”yle paylaşıyorum. İsimsiz cisim= biri! Biri iniyor biri biniyor sürekli. Sonra, yolun sonu görünüyor, hiç ”biri” yanıma oturmuyor. Oh! Teklik hoşuma gidiyor. Eee, insan özünde yalnızdır di mi! İleri bakıyorum, gerimi göremiyorum ama yanımda bir çıkıntı beliriyor. Ana tarafından Lazlık vardır. O tarafımdan düşünüyorum: esprili, gevşek, sivri bir içtenlikle kendi kendime “Ula pu nedur?” diyorum. Kafamı çeviriyorum aaa… Elin eli! Bir el bilekten itibaren koltuğun yatay direğini aşmış, benim yan koltukta yukarı aşağı sallanıyor. Dolmuş yamalı yol boyunca her tümsekte havalanıyor ve el kımıl kımıl kımıldıyor.

Ele sinir oluyorum ve öyle bir bakış atıyorum ki anlatamam. Lakin el arsız, meydan okuyor “yumruk” oluyor: Şimdi yumruğun zihnimde yıllarca öğrenip biriktirdiğim öyle anlamları var ki… Anlam yere, zamana ve insanına göre değişiyor. Yukarı yumruk meydanlar ve direniş, savrulan yumruk tartışmada şiddet, boks maçında spordaki bir hamle, dolmuşta arka koltuktaki biri yapıyorsa da bence kesinlikle “La(n) bu el burada kalacak! şeklinde bir direniş, meydan okumadır!

El kıllı, kara, derisi kalın, erkek…
Bu erkek bence koca baş, koca dana, ayı…
Çok şükür el üstüme çıkmadı! Bir yolculuğu daha ellenmeden atlattım.

24 Mayıs 2012 Perşembe

YOLCULUK NOTLARI (ON)

Sümüklü Muavin

Otobüse bindim. Metal kutu yine hınca hınç dolu. Yol alıyor, sonra düşüncesiz minik bir araba yüzünden şoför tam hızını almışken sertçe frene basıp yavaşlıyor. Kırmızı ışıkta şoför minik arabayı yakalıyor ve yolcuların biniş yaptığı kapısını açıp şoförüne diyor ki: Yolcuların en az yarısı bu fren yüzünden anama sövdü. Küfrün yarısı sana aittir! Sesinde öfke yok, espri var. Kelimelerin taşıdığı ağır anlam yumuşak sesin etkisiyle hafifliyor.

Benim yüzümde bir anlamsız tebessüm… Görüş alanımdaki bir kaçında daha benimkinin aynından!..

Yola kaldığımız yerden devam ediyoruz. Sonra durağımda inip dolmuş durağına yürüyorum; sahiplendiğim kuyruğu”m”a giriyorum. Dolmuş neyse ki çok bekletmiyor geliyor, biniyorum. Paramı veriyorum, biletimi alıp hep tercih ettiğim yere oturuyorum. Birinciyim, peşimden diğerleri biniyor ve kuyruk bitiyor. Dolmuş hareket ediyor.

Bir süre geçiyor geçmiyor gözüm muavine ilişiyor. Eli burnunda –mı? (anlamlandıramamaktan kaynaklı anlık bir şaşkınlık) dikkat kesiliyorum. “Evet eli burnunda(!)” içimden doğruluyorum. Ulan bindiğimizde bileti koçanından ayırırken elini tükürüğünle ıslattın görmezden geldik, ya bu nedir sümüklü(!) diyorum içimden. Kızıyorum! Malum bilet elimde. Tükürüklü, sümüklü, terli; muavinin vücut sıvılarının tümüne bulanmış. Tiksiniyorum! Lan ben senin ananı… diyecek oluyorum (yine içimden) ama tutuyorum kendimi demiyorum. Anasına yazık. Sonra, kızdığında birilerine birileri bu anaları ağzımıza dolamamız genel olarak hiç hoş değil. Yapmıyorum! Erkek egemen toplumun ürünü diyesim geliyor ama “Eşeğin oğlu” küfrü de babaları hedef alıyor. Derdimiz karşımızdakinin bizzat kendiyken Anayı babayı işin içine karıştırmak niye: “Öküz" diyorum öküz! Eee hayvanın da suçu yok ama o an için mucit olamıyorum.

Sümüklü Muavinle göz göze geliyoruz bir an. Sallamıyor hiç beni gamsız adam. Bileti otobüsün içine atıyorum; Hayat, şartlar, insanlar… yola devam!

21 Mayıs 2012 Pazartesi

YOLCULUK NOTLARI (ON İKİ)


Bu sefer kaleme alacağım yolculuk notum biraz karışık. Çünkü uzun zamandır yazmıyorum ve bir önceki yazımla şimdi arasında geçen zamanda oldukça çok şey yaşadım. Çevremden gelen mesaj bombardımanı aralıksız sürdü. Hangisinden başlasam; kendimi onca hissin, davranışın, düşüncenin arasında nereye sığdırsam bilmiyorum.

Üniversite Hocam! Evet sanırım ondan başlamalıyım.

Okul yıllarında en çok ilgimi çeken insandı o. “Anlamaya çalışın! Sorgulayın! Size verilen hiçbir bilgiyi öylece kabul etmeyin!” deyip dururdu. O da öyle yapıyordu o yüzden de bence hayatında (… işi araştırma ve yeni fikirler geliştirmek olsa da özellikle kariyerinde…) engellerle karşılaşıyordu. Ne de olsa bizim memlekette düşünen bi’de utanmadan düşündüğünü söyleyen biriysen işin pek kolay değildir. Kendimi en özgür hissettiğim dersler ve sınavlar onunkiydi…

irfan erdoğan’ı geniş zamanda seviyorum.

Geçenlerde onun web sitesine girdim “ben kimim” e ne yazmış merak ettim. İnsan şurda doğdum burada çalıştım, şunu yazdım der di mi? Yani hayatta her şeyin olduğu gibi bununda bilindik bir kalıbı vardır. Genel geçerdir yani. Ben Kimim, Öz geçmiş başlığını gördüğünde içeriği bilirsin işte… Ama nerde? Konu oysa… Tahmin etmeliydim aslında. O kalıplara uymaz, o olanı,
öylece sunulanı sorgular, kendine göre yeniden yorumlar ya da örtülü kalmış, “kalması gereken” neresiyse orayı arayıp çıkarır ortaya! Bildik “ezber” bir özgeçmiş yerine insanı sarsan, “insanlığını”, içine fırlatıldığı somut dünyayı sorgulamaya ve gerçeği aramaya, anlamaya teşvik eden bir yazıyla karşılaştım. “Mevcut olan her ne varsa zihninde, çevrende hepsinden arın ve beni öyle oku ve lütfen(!) yazının “öz”ünü ne demek istediği anlamaya çalış! Diye arada bas bas bağıran bir yazı…

Okudum!

“Öz” adını verdiğim bloğumdan, Yolculuk Notları (Sekiz) deki boktan gözlemimden tiksindim. Özlem’in “Öz” ünden uzaklaştığımı nesnelerle hissettiğimi ve onların hissettirdikleriyle gözlemlediğimi gördüm. Ben sorgulamıyordum, ben gözlemlerimde uyutulan kitlenin tam da içinden, onlara aitken olanlara bakıyordum. İnsan gözü açık uyuyabilir mi?

… Biz Rüya Görüyoruz!

Çok yolculuk Notu biriktirdim: Koltuğumdaki El, Sümüklü Muavin, Oyuncu Bebek, Köprü, Pasta Markası, O büyük firmanın çalışanı, İlişkiler...

…Uyanık Kalıp, geç olmadan yazarım umarım!

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Yolculuk Notları (Sekiz)

"Pembe renkli,asimetrik desenli yağmurluğun sahibi"

Ankara’nın A. Ayrancı semtinden otobüse biniyorum. Kaldırımlar, üzerine parkeden arabalar yüzünden kırık ve oturduğum cadde onu kesen sokaklarla çok güzel. Düzenli, sakin, sade… Semte, keyifli diyemem ama huzurlu, güven veriyor.
Dolmuş durağına yine her iş günü yaptığım gibi sabahın erken saatlerinde iniyorum. Kuyruğa giriyorum. Temiz giyimli insanlarla aynı kuyruğun parçası olmak hoşuma gidiyor. Uykuyu üzerimden atamamışım diğerleri gibi, bu yüzden, suskun ve suratsızım. Otobüs geliyor. Herkes sırayla biniyor. Bilet ücretini ödemek için ilerlerken; “oturan kadın yolcu” önümdeki genç kadına gözlerini dikiyor ve onu inceliyor. Oturan bu yolcu, gerçekten güzel… Neden hiç bana bakmıyor(?) Önümden ilerleyen yolcunun neyi fazla (?) neyi böyle dikkati üzerinde toplayan(?)…”
Merak ediyorum (!): Daha mı güzel ya da sadece yüzünde, üzerinde farklı bi’ şeyler mi var? Moda bir aksesuar mı taşıyor mesela…
Gözlerim, kimselere çaktırmak istemeden, “bir kadının dikkatini çeken diğer kadının” üzerinde geziniyor: Sarı uzun saçları var, beyaz bir teni ve renkli gözleri… Onun en ilgi uyandıran yanının göz makyajı olduğuna kanaat getiriyorum. Kız gözlerini siyah kalemle öyle bir çerçevelemiş ki; Mısır Prensesi Klopatra yanında sönük kalır!
İçimdeki ince kıskançlık yatışıyor, sakinliyorum: Bakan ve bakılan birbirilerine benziyor. Muhtemel, bu göz makyajını ben de yapabilirim(!) düşüncesiyle o kadar inceledi hatunun biri,diğerini. Yoksa benim albenim tartışılmaz canım diyorum kendi kendime. Tüm bu hisler ve düşünceler içimde bir iki dakikalık bir sürede doğuyor ve ölüyor.
Klopatra gözlü kızla Kızılay durağında iniyoruz. İnsan içine karışıp gözden kaybolana kadar onu izliyorum. “Pembe renkli, asimetrik desenli yağmurluğunu” seviyorum. Benim için o saniyeden sonra bu beğenilen kadın; “Pembe renkli, asimetrik desenli yağmurluğun sahibi” oluyor.

Günler geliyor ve geçiyor. Hafta sonu için iş arkadaşımla güzel bir ayarlama yapıyoruz. Her iş günü, birbirimize kelimeler dolusu ayar veriyoruz: Kelimelerin toplamını özetlersem; “Dahi Deli, Salvador Dali Sergisi’ne gittiğimizde, her şey güzel olacak(!) Hafta içi çok koştuk, biraz ara verip soluk alacağız…” diyoruz.

Nihayet Salvador Dali’nin Resim Sergisi’ndeyiz. Geniş alanda ferahlık var. Resimler benim için çok çirkin ve çok etkileyici. Sergiyi gezmeden önce dikkatle sanatçıyı ve eserlerini anlatan bir belgesel izledik ama anlatmak istediklerini doğru anlıyor muyum(?) bilmiyorum. Sonra sergiyi gezmeye başlıyoruz ve saatler biz fark etmeden etrafımızda koşuşuyor, D(a)eli’nin eserlerine öyle dalmışız ki fark etmiyoruz; o da gelip geçiyor. Resimlerin içinden çıkıp bir an kendime geliyorum ve sergiyi gezenlerin üzerinde gözlerim geziniyor ve “Pembe renkli, asimetrik desenli yağmurluğu” a takılıyorum:
O kız(!) Klopatra gözlü kız (!) Geçtiğimiz günlerin birinde aynı otobüsü paylaştığım kız(!) kıskandığım kız (!) şimdi ikimizde sergideyiz. İçimde bir yerlerde ona karşı anlam veremediğim bir yakınlık duyuyorum. Onu görmek mutlu ediyor.


Ve ben şimdi “o”nu yazıyorum. Hayat ne tuhaf onun tüm bunlardan haberi yok (!): gözlemlerimden, hislerimden ve yazımdan.

20 Nisan 2012 Cuma

Yolculuk Notları (Yedi)




Terbiyesiz Şoför


Sabahın erken saatlerinde dolmuş durağında beklerken, 3 ay önce yine bir dolmuşta tanışıp ahbap olduğum hanımı gördüm, göz göze geldik, bana selam vermedi. Hiç yakıştıramadım (!) O günlerde Ankara’da kış çok çetin geçiyordu ve biz eve dönüş yolunu birlikte almıştık. “Kar, ter” içinde 5 saatlik yolu birlikte göğüslemiştik. Buz yüzünden tekerlekler ilerlememişti de; Dolmuş şoförü kümesteki tavukları kışkışlar gibi, tümü kadınlardan oluşan yolcuları kovarken birlikte karşı durmuştuk. Hey gidi be (h)!!!  Kış kış!!! Neyse (h)  çok şükür bahar geldi.  Artık Eskişehir Karayolu üzerinde ilerlerken bizi geciktiren tek neden trafik yoğunluğu ve yolu tıkayan olası kazalar…


 Dolmuş geldi, dolmuşa doluştuk. Soldan üçüncü sıradaki çift kişilik yerimi kimseye kaptırmadım, yine kuruldum. Tam hareket ettik derken, başka bir beyaz dolmuş önümüze kırdı. Şöför  saniyesinde köpürdü, savurdu küfürü; “Ayı (h) !!! Senin durağın mı ora, ilerle (h)… .mına koduğumun çocuğuuu (h)!!!

Bütün dolmuş kelimelerin şiddetiyle irkildik. Önümde oturan zarif görünümlü hanım, “terbiyesiz” dedi. Ben ağzımı doldurup kocaman bir “öküz” çıkardım içinden… Çevremdekiler duydu ve tepkisiz kaldı. Sözüm şoföre ulaşmadı –İyi oldu. -

Aslında ben de çalışırken gerildiğimde çok küfür ederim. Bir yerde okumuştum; İnsan sinirlendiğinde küfrederse tansiyonu dengeliyormuş… Bahane diye söylemiyorum; yani tansiyonumu dengelese de dengelemese de “küfür ederim” kendi kendime. O yüzden şoföre verdiğim tepkiyi iş arkadaşlarım görseydi; “Kardeşim sanki sen etmiyorsun!” derdi.

Ayrıca, hayat masallardaki gibi yalıtılmış ve top pembe değil. Yeri geliyor küfrün de… Senin gibi tatlı bir bayana yakışır mı? Kalıbını da bu toplumda topumuz yıkalı uzun zaman oldu. Dolayısıyla, başkaları küfrettiğinde tasvip etmiyorum ama kendim etiğim de de bunun yanlışlığını fark etmiyorum! Her insandaki olağan çelişkilerden!

“Yolumuz uzun… Bunu yazan tosun … kosun!” diyorum ve sözlerimi noktalıyorum.

19 Nisan 2012 Perşembe

YOLCULUK NOTLARI (DÖRT)

Dans eden elektrik direkleri

Otobüs faslı bitmiş, dolmuştayım. Ortalarda bi’ yerlere ve genelde yaptığım gibi soldan üçüncü sıradaki çift kişilik koltuğa tek başıma kuruluyorum. Uzun bacaklarım koltuğa sığmadığından bu şımarıklığım… Hem her iki yönden de son durakta bindiğim için, metal kutu henüz hınca hınç dolmamış oluyor. Birinin hakkını gasp etmiyor ve diğerlerini rahatsız etmiyorum. Yani emin olun; ben bir zorba değilim. Medeniyim(!)

-Gerektiğinde kendimi eleştirmeyi de becerebilen biriyimdir. Öküzlük ettiysem vallahi ve de billahi dillendirir, yazarçizerim.-


Walkman vazifesini de gören yeni teknoloji telefonumdan müzik dinlerken; başımı dolmuş camının gerisinden mavi gökyüzüne kaldırıyorum. O zamanlarda kendimi kutuya hapis insancık gibi değil de daha özgür ve mutlu bir insan gibi hissediyorum. Eee(!) nihayetinde işin aslı yabancılaşsak da tabiata “ona aidiz.” Parçasıyız (!) Bir bakmak bile iyi hissetmeye yetiyor.

Gözlerim maviyi çizen griye ilişiyor: Kablolar hareket ediyor, kablolar ilerliyor, dalgalanıyor. Gri çizgiler kulağımdaki müzik eşliğinde dans ediyor (!) Yüzümde çevremdekilerin anlamlandıramadığı bi’ güzeltebessüm ... Kim ne der diye düşünmüyorum, yüzümdeki gülüşü seviyorum, silmiyorum. Bütün yol, onların danslarını izleyerek geçiyor. Hayal kurmama, güzel anılarımı anımsamama, aşkı hatırlamama ve özlememe neden oluyorlar.

Onca insanın ten kokusu, nefes kokusu, parfüm kokusu, deterjan kokusu, terden kirlenmiş bayat kumaş kokusu… tiksindiriyor, nefret ettiriyor. Gözlerimle kablolara tutunup, kendimi yukarı çekiyorum. Metal kutudan ve tüm o insanlardan uzaklaştıkça -zihnimde- mutlu oluyorum.

Ben bu seferde mutlu olmayı başarıyorum!

16 Nisan 2012 Pazartesi

YOLCULUK NOTLARI (ÜÇ)

Yüzüme vuran güneş ışıklarıyla uyandım. Güzel bir günde işe gitmek yerine başka bi’ yere gitmek ve mutluluk veren başka bi’ deneyim yaşamak için çaresiz bir istek duydum. Rutine uydum, itaat ettim; kendi kendimi durumla ilgili teselli edip giyindim ve yine yollara düştüm. Benim işe gidişimin tam karşılığıdır “yollara düşmek!” Toplamda 3 saat 25 dakika süren ortalama yolculuk: yürümek, duraklar, toplu taşıma araçları… Çoğul, karmaşık ve aşırı bir gidiş ve geliş hali benimki...

Son dönemde işe geç kalmalar ile ilgili aldığım şimdilik nazik uyarılarsa cabası!.. Eee (!) Atalarımız boşuna dememiş “Çeken Bilir!”diye… Özetle; benim halimi özel taşıtlarında trafik sıkıştığında oflayıp sıkılan işverenler değil; çeken bilir anca…

Bazen, Ankara’da yaşayan ve kariyer anlamında hiçbir zaman tatmin olamamış biri olarak kaderin beni İstanbul’a hazırladığına dair bir hisse kapılıyorum: Şimdiden o güzel, tutkulu ve kaotik şehrin trafiğini yaşadığımı ve ona hazırlandığımı düşünmekten kendimi alamıyorum. Ankara gibi düzenli bir şehirden payıma düşen bu yol çilesi “İstanbul” ile baş edebileceğimi bana bas bas bağırıyor. Evrenin anlayana işaretleri!..


En sevdiğim topuklu ayakkabılarım ayağımda, eğlenceli giyinmişim, ruhum sakin… Dolmuşa adımımı atıyorum, ücreti ödeyip para kuyruğunu aştım derken, hareket eden metal kutu beni sallıyor, silkeliyor, hırpalıyor. Dengemi yitirip yere kapaklanıyorum. Elimdeki bozuk paralar zemine çarparak şangır şungur dağılıyor. Utanmıyorum! Tanrıma şükrederek yerden kalkıyorum. Çok şükür çenemi demir tutunma direklerine vurmadım ve sadece dizlerim sızlıyor; üstelik sadece “inceden”…

Sarışın bir bayanla göz göze geliyorum; Kadın halime gülüyor; Kızmıyorum! Ona “İyi ki çenemi vurmadım!” diyorum… Kendi kendimle ilgili içimden geçense şu oluyor; “Ben kalabalıkta rezil olmak” egosundan arınmış, gelişmiş bir insanım. Keyfim hala yerinde, kendimi aptal düşüncelerle yormuyorum. Oh metal kutunun kirli camlarının gerisinde güneşli bir gün var!..

Sür öküz şoför sür (!) en hoyrat, telaşlı ve kaba halinde sür!.. İşe yetişelim!

6 Nisan 2012 Cuma

Osuruktan Tayyare

Zülküf Ağa, Salih Ağayla bir öğlen saatinde çiftliğinin avlusunda buluştu. Şark köşesindeki havalı sedire kıvırıp bacaklarını oturdular. Yedikleri yağlı yemekler ve haram lokmalar ile büyüttükleri kıçları sediri yeni ısıtmıştı ki; Salih Ağa’nın en gözde kâhyası Süleyman Dayı avlunun kapısında belirdi. Ağalarını rahatsız etmekten korkarak, yüzündeki ezik ve yalaka tebessümle açık alanda seyirdi; bildiği, alıştığı, ait olduğu sedirin köşeciğine ilişti.

“Yüksek bir coğrafyanın en yüksek dağında; derelerin çağladığı, salkımsöğütlerin uzun saçlarını rüzgârın okşadığı, çiçeklerin renk renk açtığı birbirine dayandığı yer yer de kucaklaştığı o yerde arıcılık yapılıyordu. Köyün tabiatı öyle güzeldi öyle güzeldi ki, henüz elde değmemişti. Orayı bir kere gören bir daha unutamazdı. Köylüsünün yanakları aldı, onlarda arılar gibi çalışkandı.” İşte bu şiir gibi köyün Godoş Ağaları, arıcılıktaki son gelişmeler konusunda bilgilenmek üzere Devletin görevlendirdiği mühendisi bekliyorlardı.

Son dönemde TV’de dönen reklam kampanyaları dolayısıyla “bal” Tarım Bakanlığı’nın ilgisini çekmişti. Baldan Irmak, Çağlayan Bal gibi yeni markalar çok düşük fiyatlara kavanozlarca balı pazarlar olmuşlardı. Altın değerindeki bal, aptal reklamlarda pul olmuştu. Hal böyle olunca denetim şarttı, bilgilendirme şarttı!

Zülküf Ağa, eğitim fakültesini yarıda bırakmış, köydeki işlerin başına genç yaşta geçmişti. Aldığı eğitim nedeniyle kendini diğer ağalardan farklı bir yerde görüyordu. Kendi kendini, daha bilgili ve duygulu bir adam olarak algılıyordu. O kendince sağduyulu ve nazikti ve başka pek çok “iyi” şeylerdi!

Edalı bir iç çekiş: “Salih Ağa bu bal işi iyi olmadı. Şimdi gelecek zatı-ı muhterem anlatacak da anlatacak. İş bizim işimiz. Dedelerimizden beri biliriz. Boşa zaman kaybı.”

Salih Ağa, kara ve düz saçlarını yandan ayırıp briyantinle şekillendirmişti; ya da belki
samanlıktaki Sarı Kız saçlarını özenle yalamıştı. Cılız bıyıkları, tos(s)uk suratında fazla ince duruyordu. Konuşurken sesinin tonu hep aynı seviyede ilerlerdi. İnsanların yüzüne bakmadan konuşur, göz göze gelmesi halinde acelesi varmış gibi hemencecik kaçırırdı. İnsanları ezmek konusunda oldukça istekli bir boynu büküktü: Tanrı, sonradan olma sinsi kişiliği yüzünden sanki onu cezalandırmış ve insanlara “…Ya kulum bu sinsidir!” mesajı vermek için boynunu bükmüştü. Çipil gözleri bu nedenden hep altan alttan bakıyordu…

Kahya Süleyman mı demeli yoksa Kukla Süleyman mı? Süleyman, köyde sevilirdi vesselam: Cemaati hoş sohbetiyle toplayıp çevresinde, kelimeleri raks ettirirdi, tütün ve emek kokan köy kahvesinde… Kaytan bıyıklı Süleyman, Badem gözlü Süleyman, Selvi boylu Süleyman… Tatlı dili ona öyle bir kapı açtı ki; tepeden inme, Salih Ağa’nın kahyası olma mertebesine erişti. O günden sonra, Kahya Süleyman, bütün güzel meziyetlerini Salih Ağa’nın kirli emellerine alet etti. İçindeki masum çocuk; belki fark etti, belki etmedi ama uzaktan onu gören köylüler notu çoktan verdi. “Salih’in Süleyman içindeki o neşeli çocuğu, giydiği körüklü çizmelerin altında ezecekti.”

Cemre havaya yeni düşmüş onu ısıtmıştı. Yalancı bahara aldanan kayısılar bir hevesle tomurcuk vermişti. Devletin görevlendirdiği mühendis, uzun yollar kat ettiği arabasından indi. Yüzüne ılık bir bahar yeli vurdu, köyün çiçek kokan havasını kokladı. O an içinde de kır(köy) çiçekleri açtı; güzel hissetti. Bahar sarhoşluğu muydu bu, neydi!?

Salih Ağa’nın evinden içeri girdiğinde avluda oturan beyler ayağa kalktılar. Mühendis, geldiği adresin doğruluğundan emindi ama lafın gelişi ve lafa girmek için “Burası Zülküf Arpacı’nın evi midir?” dedi. Zülküf Ağa en nezaketli hali ve ince sesiyle avluda oluş nedenini içeri davet etti: Salih Ağa genelde o saatlerde tarlada tapanda teftiş de olurdu. Eee maraba (işçi) kısmını, başıboş bırakmak sonra başa sıkıntı açardı, sorun olurdu.

İçeri buyur edilen mühendis kendini takdim etti, sedirin en münasip yerine yerleşti; Çay ikramını severek kabul etti. Biraz muhabbetin ardından dokümanlarını, tanıtıcı broşürlerini çıkardı ve bilgisini beylerle paylaştı. Sükûnet içinde dinlenişi onu mutlu etmişti. Vazifesini yerine getirmenin ve işe yaramanın tesiriyle hafifledi, yükseldi. Lavaboya gitmek için izin istedi. Ağalar baş başa kaldılar.

Salih Ağa, Zülküf Ağa’ya döndü. Kelimeler ağzından telaşsız ve gevşek bir şekilde çıkıyordu: “Osuruktan Tayyare!” Devlet böyle genç kızları mı uzman diye görevlendiriyor? Benim arıcılıktaki geçişim, onun yaşı kadar…” dedi. Zülküf Ağa, Salih’i başıyla onayladı. “Aman dedi. Kırmayız kalbini o kadar yol gelmiş dinleriz, misafir ederiz, sonra da uğurlarız. Sen kafanı yorma Salih Ağa, “Biz yine bildiğimizi ederiz.” dedi.

Hava saatler ilerledikçe ısınmıştı. Broşürleri ellerine alıp Ağalar, gerdanlarını yellediler, havalandılar. Mühendis Hanım, görününce ellerindekini hemen masaya bıraktılar.

Zülküf Ağa, genç hanıma dönerek çok teşekkür etti. “Sizin gibi genç insanların fikirleri bizim için çok önemli. Siz bizim geleceğimizsiniz, paylaştığınız bilgiler çok kıymetli. Muhakkak faydalanacağız. Elimiz kolumuz olacak bu öğrendiklerimiz” dedi.

Salih Ağa, Süleyman Dayı’ya döndü ve talep eden bir ses tonuyla;“Broşürleri al, güzel bir yerde muhafaza et, kaybolmasın!” dedi. Süleyman hemen yerinden doğruldu, ceketini tutarak Ağasının önündeki broşürleri el pençe toparladı.

Salih ile Zülküf göz göze geldiler. Zülküf Ağa’nın kaşı gözü ayrı oynuyordu: Yüzünün her bir parçası ayrı bir anlam taşıyordu: “Bak ne güzel idare ettik. Havaya soktuk, havasını aldık, güle oynaya gitsin şimdi yoluna… Sansın ki kıymetli, sansın ki değerli, sansın ki biz onu dinleriz… Ne karlı ise, biz onu yaparız!” Zülküf Ağa o bir anda işte bu kadar şeyi anlattı. Salih Ağa’da iyi bildiği bu adamı saniyesinde anladı.

Zaman ilerledi, bahar serin yüzünü gösterdi. … Mühendis Hanım, bu anlayışlı, sevecen ve iyi yürekli Beylere konukseverliklerinden ötürü derin sevgisini ve içten teşekkürlerini sunarak bir sonraki görüşmesi için avludan ayrıldı. Memleketinin güzel insanlarına hizmet etmek
için yeniden yollara düştü!

YOLCULUK NOTLARI (İKİ)

Gün, bugün çok erken başladı. Saat 07.00 civarı uyandım.
Yataktan çıkmak için kendimi zorladım, başardım. Zaman kazanmak için bir gün
önceden hazırladığım kıyafetlerimi, yarı uykulu yarı uyanık giyinmeye başladım.
O esnada odamı havalandırdım. Biraz nefes teneffüs ettim. Vücudumu açmak için
esnedim, eğildim, ayak parmaklarıma dokunmayı beceremedim. Kaskatı kesilmenin
ne demek olduğunu bir kere daha hatırladım. Kendimi evden dışarı attım.
Kısa bir bekleyiş otobüs… iniş.
Uzun bir bekleyiş boş dolmuş (nihayet)… iniş!
Gidiş, gidiş, gidiş… Taşraya varış.

...
Oturduğum semt Ankara’nın en güzel yerlerinden. İnsanları medeni
ve görgülü. En tıklım tıkış en kıç kıça yolculuklarda bile insanlar nezaketi
elden bırakmıyorlar. Temiz giyimli ve güzel kokulu insanları görmek bana keyif
veriyor. Beni şehir merkezine götüren otobüsün içindeki kitleye kendimi ait
hissediyorum.
İş dolmuşa gelince durumlar değişiyor: İnsanlar değişiyor, koltuklar değişiyor, atmosfer bile değişiyor: Dolmuşlar zehir kokuyor, içinden mutsuzluk yayılıyor. Ama kadın ve erkeğin olduğu her yerde olduğu gibi, dolmuşta da arada duygular titreşiyor: Bakışmalar, inceden flörtler…

Ne yalan söyleyeyim; insanları izlemeyi ve incelemeyi seven biriyim. Eee, bu insan halleri de hoşuma gidiyor. Dozunda olduğu müddetçe! Dozundan kastım da şu: “Kişisel alanımın içindeyken insanlar; yani kıç kıça, dip dibe, yan yana, arka arkayayken, yani fiziksel alan bizi akraba kılarken; otobüs gibi, asansör gibi yerlerde; birbirlerine yakınlık gösteren çiftlerbenim varlığıma saygısızlık ediyor. Sevişme halleri yiyişme halleri gibi algılanıyor tarafımdan ve yüzümü, hangi tarafa çevirsem, dikkatimi hangi tarafa versem bilemiyorum.
Off, pof, pof, pof…

Ama, geniş ve ferah alanlarda; tutuşanlar, öpüşenler, sarılanlar… sevgiye saygımdan iyidir, sorun yok!

Bugün dolmuşta, bir tek yakışıklı delikanlı vardı. Boy yerinde pos yerinde, kumral, kaşlı gözlü, modern giyimli, kendine özenli… Güzelliğinden gözümüze ilişti. “maşallah” dedik. Yolumuza gittik. Bir süre sonra, duraklardan birinden üç güzel kız dolmuşa biniş yaptı.
Baktım: Delikanlı da ufak bir hareketlenme yerinde bir kıpırdanma... Dolmuşa en son binen kızıl güzelle bakışları anlık buluştu. Kızıl saçını şöyle bir tutup kulağının arkasına koydu… Üçüncü gözün sahibi ben, titreşimi hissettim. Yakıştırdım!
Yol boyunca onlar birbirinin varlığından haberdar, ben ikisinin arasındaki enerjiyi sezerek ilerledik. Geldi bahar ayları, gevşedi gönül yayları…

Bu doz güzel dedim içimden, devam, yola devam…

29 Mart 2012 Perşembe

Hiç, âşık olacak birini bulamadığında bir filme âşık oldun mu?

…Eylül günlerdir tekrar ve tekrar izlediği filmin etkisindeydi!

Ayşe Hanım, üç çocuğunu bir elin beş parmağı gibi seviyordu. Yani, kalbinde her birinin ayrı yerleri vardı ve hiçbirini aynı sevmiyordu. Ona göre “eşitlik” sevginin ve alakanın adaletli paylaşımıyla sağlanırdı. Yoksa kalpteki hissiyat değişkendi. İnsan kendini bile zaman zaman sevmezken, sonsuz bir derinlikle ve kayıtsız şartsız bir şekilde kendinden doğanları nasıl sevebilirdi?

Mesela Eylül ile sevgi alışverişi bir başkaydı. Onun yakınken uzak, uzakken yakın halleri iç dünyasında özlemi hep canlı tutuyordu. Özgürlüğüne düşkün ve kendini yaşamayı seven bu kız evlat, özlendikçe daha derinden seviliyordu.

Bir gün, iki kadın mutfak masasında oturmuş konuşurlarken; Eylül, genç kız Ayşe’ye “Hiç, âşık olacak birini bulamadığında bir filme âşık oldun mu?” diye sormuştu. Anne Ayşe’ye, sorulması yerinde olmayan bu soru, sanki geçmiş zamanların birinde yaşamış bir roman kahramanına soruluyordu. Ayşe Hanım için, soru yerinde olsa da olmasa da fark etmezdi. Çünkü o, çoğu zaman, çocuklarına karşı Akdeniz iklimi gibi ılımandı. Karşı durmaktansa anlamaya çalışmayı yeğliyordu. Eylül’ü de anlamaya çalışıyordu. Ona istediğini düşündüğü şeyi veriyor ve özgür bırakıyordu. Aralarındaki iletişimin durumuna göre “sevmek” ve “daha az sevmek” arasındaki denge yeniden ve yeniden kuruluyordu.

Eylül, ince ve kemikli bedeni, esmer teni, kalın kaşları ve dolgun dudaklarıyla karakteristik hatlara sahipti. Annesine çok benzeyen ve hiç benzemeyen yanlarıyla kendine özgüydü. Konuşkan olmasına rağmen aslında korumacı ve içe dönük bir yapıdaydı. Çevresindeki atmosferi soluyor ve etki altında çabuk kalıyordu. Onun için zeki denebilirdi ve kendinden beklenmeyeni yapmak konusunda özel bir yeteneğe sahipti.



Eylül –Hadi ama söylesene! Hiç, âşık olacak birini bulamadığında bir filme aşık oldun mu?
Ayşe – Ben hiç birine âşık olmadım ve her aşk filminde aşık oluyorum. Oldu mu?
Eylül -Anne kızdın mı? Beni seviyo’sun di mi hala?
Ayşe -Şu an daha az seviyorum. Lütfen kalkıp masayı toplamama yardım eder misin?

YOLCULUK NOTLARI (BİR)

Hayatlarımıza baktığınızda uzun bir yolculuk hepimizinki…
Biz dursak da koltukta, sandalyede, renkli oturma salonlarında, soğuk ofis
odalarında, hayat durmuyor; bir rahat da vermiyor. Mecbur geldik yaşayacağız. Vahşinin doğası bu!..

…İşimle evim arasındaki 1 saat 45 dakikalık yolculuğu daha
katlanılır kılmak için; müziği ve kağıt- kalemi kullanıyorum. Kulağımdaki üflemeli
ve telli enstrümanlardan oluşan orkestra müziği, sabah sabah ağzı çürük diş ve
açlık kokan insanları bakımlı birer hanımefendi ve beyefendiye çeviriveriyor.
Sonra yol alırken tıklım tıkış dolmuş, ben mavi gökyüzünde manevralar çizerek
uçan güvercinleri göz ucuyla yakalıyorum. Yolculuk bitip taşraya adım attığımda
yamalı kaldırımlar sekerek yükselmem için beni teşvik eden masum taş kalıplara dönüyorlar. Güneşin ışıkları yüzüme vurup beni güne uyandırıyor.
Silkeleniyorum, yaşıyorum ben bee…YAŞIYORUM!

Çok güzelsin şalvarlı teyze… çok güzelsin beni kesen kara
çocuk… Çok güzelsin Vahşi Hayat… Seni Seviyorum!!!

23 Şubat 2012 Perşembe

İmparatoriçe, Aşkı Akla Hapsetti.

Uzun uzun zaman önce, bir imparatoriçe vardı.
Kırmızı rengi yasakladığı diyarında,
Akıllı uslu yaşayıp giderdi.
Bu imparatoriçe ilk görüşte aşka hiç inanmazdı (!)
Bu yüzden aşk, ilk öpüşte aklını esir aldı.
İmparatoriçe karıştı!
Soylu ve erdemli arayışı tene mi yenilmişti?
Tine ten mi hükmetmişti?
Maviye boyadığı diyarını al bastı.
Sakin renkler cümbüş etti.
Cıvıltı, pırıltı, kıpırtı tı tı tı…
Duygular dört bir yanda yankı yankı çoğaldı…
İmparatoriçe Aşktan ötürü akılsız kaldı.
Bir deli divane imparatoriçe oldu, çıktı…
Kendini bilmez halde duygularına teslim oldu.
Aklını başından alan Aşk, başta güzeldi:
Lezzetli bir yemekti,
Mis bir kokuydu,
Muazzam bir görüntüydü…
Kendi diyarına ve imparatoriçeye hükmeden imparator, başka birini öpene kadar aşk böyle sürdü.
Ve sonsuza kadar mutlu yaşamadılar.
Aşk geride harabe bir diyar ile yıkık bir imparatoriçe bıraktı.

"İşte o gün bugündür;
İmparatoriçenin diyarında Aşk, akılda hapistir!"

21 Şubat 2012 Salı

... Acıyı Duydum

Bir şarkı dinledim.
Notalar bir ağızdan bağırıyordu.
Şiddetle, “acıyor acıyor (!)” diyordu.
Duygudan duyguya sürüklendim,
İçim sızladı, kederlendim…
Sevgiyle, neresi acıyor? dedim,
Öpeyim geçsin (!)
Dinlemediler…
Ben öpmedim,
Onlar da söylemeye devam ettiler.

"Ben acıklı bir şarkı dinledim,
Şarkının acısını dindiremedim (!)"

17 Şubat 2012 Cuma

Cevap Yaz

İlk defa ne zaman yazmıştım?
Kalem yazmayınca kızmıştım?

Ne zaman birine tutkuyla yazılmıştım?
Kış mıydı yoksa yaz mı?

Kader, alnıma aşkı hangi mevsim yazdı?
Ben aşka ne zaman yazmaya başladım?

Yazımdaki mürekkep ne zaman terledi?
Kaçıncı yazım kurşun izi?

En sevdiğim kitap yazıldı mı?
Yazılmadıysa yazmalı mı?

Ben ne yazıyorum?
Cevap Yaz!

16 Şubat 2012 Perşembe

Eylül'ün Harika Diyarı

…Eylül, Müdür Bey’in odasında, sıkıcı bir toplantının tam ortasındayken gecenin içindeki yıldızlarda dalıp gitmişti.

İnsanı her şey sınırlıyordu. Uzak yollar, anlayışsız insanlar, geçerliliğini yitirmiş ama her ihtimale karşı uyulan kurallar… Sınırlanamayan ve hiçbir yere çarpmadan ilerleyen tek şeyse hayallerdi. Eylül yaşının verdiği olgunlukla yeryüzünde geçirdiği onca yılda işte bunu öğrenmişti. Engellenemez tek şey hayallerdi!

- “Gerçekten gerçeği mi yaşıyoruz? Belki de sadece derin bir rüyanın içindeyiz; ya da belki sadece birinin hayalinin içindeki hiç biriyiz?” Hayatı haddinden fazla ciddiye almakta ise, birinin hayalindeki “hiçbiri olduğunu düşünmek” insanı hafifleten bir zihinsel iksirdi...

Eylül, gece mavisi ojelerinin içine ufalanmış simleri seyrederken işte tam da bunları düşünüyordu. Yıldızları, sınırları, yaşını, işini, hayatı…

Erkekler ve pek çok kadın hala kırmızı ojeleri güzel bulurken; tırnaklarını alışılmışın dışındaki renklere boyamayı seviyordu ve “Sen tuhafsın!” diyen insanları cesurca onaylamaktan gizli bir keyif alıyordu. Ona ismi yerine “Deli Kız” diye hitap edenleri sıkıştırıp göğsünde, kalbine sokmamak için kendini zor tutuyordu. Çünkü, gündelik hayatı içinde kendini en mutlu hissettiği hali “deli” haliydi. O anlarını keşfeden ve öylece kabul edenlere duyduğu sevgi katlanarak büyüyordu.


Müdür, hülyalara dalmış Eylül’ü görünce toplantıya geri dönmesi için seslendi.
-“Deli Kız” yine nerelere gittin, dedi.
-İşimiz var!..

Eylül bunun üzerine zihnindeki gece ve yıldızlarla süslü harika diyarından çıktı ve işine geri döndü.

O.K.

7 Şubat 2012 Salı

Sığ Adam

Derinlerime dalma,
Yüzeyde kal!
İçine çeker seni,
İçimdeki renkli dünya,
Nefesini keser büyülü güzelliğim,
Ahengim, devinimim, derinliğim,
Vurgun yer, boğulursun oracıkta.

Oysa ben, uzun yaşa isterim.
O yüzden hadi sen, kumdan kalelerinle oyna!
Ö.K.

6 Şubat 2012 Pazartesi

OKUR

İnsan okumayı seviyorum.
Önce cildini okşuyorum,
Dışı toz, ısısı buz…
Sonra inceden kokluyorum.
Tanıdık bir yabancı tat alıyor burnum…
Hemen Yazılıyorum…
Cildi atlayıp, sayfaları karıştırmaya başlıyorum.
Bir iki sayfa okuyorum,
Üç dört sayfa atlıyorum…
Anlıyorum; Yanılıyorum.
“İçerik fosss”
Madem öyle; “gel senle sıcak kaşarlı bir tost yiyelim diyorum”
Tossst!

18 Ocak 2012 Çarşamba

E/CEEE...

Yeşil Orman’da güneşli bir gün. Ormanın en yüksek tepesinden manzarayı izlemek çok güzel. Taa uzaktaki Şato ağaçların arasında görünüyor. Boynuzlu atların üzerinde birkaç ultra kahraman gezintiye çıkmış. Dev elektrikli süpürge, karbondiyoksidi ve zararlı ultra viyola ışınları emerek içine çekiyor; Bu sayede gökyüzü ışıl ışıl, hava tertemiz.

Birden güçlü bir rüzgar esiyor ve kırmızı tafta elbisesinin içindeki tarlatanı dolduruyor. Kırmızı elbiseli kız, saks mavisi ayakkabılarını görüyor. Yerden yükseliyor ve uçmaya başlıyor. Kuşların hava trafiği çok yoğun. Korna sesleri susmuyor. Minik arabalarına turbo jet motor taktıranlar çoğunlukta. Bir de HAVODA KU 5’ler kuşlar arasında çok moda…

Derken; ani bir duraklama! Kırmızı elbiseli kızın eteğine minik kanatlı bir dev basıyor. Etek yırtılıyor ve kız sönmüş bir balon gibi gökyüzünde döne döne düşmeye başlıyor. Yeşil yeryüzü yaklaştıkça kız daha çok korkuyor ve attığı çığlık yükseliyor. Kırmızı elbiseli kız gözlerini kapatıyor; açtığındaysa annesinin her hafta yeni bölümünü hevesle beklediği dizideki Emir’in kollarında kendini buluyor. Emir çok yakışıklı görünüyor. “Tuttum seni!” diyor.
E-Çığlıklarını duydum ve yetiştim. Artık korkma güvendesin…

Ece, annesinin sesiyle uyandığında hala düşüşün etkisindeydi . Ayşe Teyzesi’nin deri koltukları yüzünden terlemişti. Annesi saçını okşarken, “korkma geçti” diyordu. Kadınlar mutfaktan tek tek çıkıp başına toplandılar: Ayşe Teyze ve Tuğçe Teyze.

Ece, kardeşiyle mutfakta oynadığı oyun yüzünden annesi ve teyzeleri tarafından salona kovulunca içerlemiş ve koltuğa kıvrılıp nazlı nazlı ağlarken uykuya dalmıştı. Kadınların aralarındaki hararetli konuşmalar genellikle babalar üzerine kuruluydu. Çoğu zaman onu sıkan bu konuşmalar, annesinin yüzündeki çizgileri derinleştiriyor ve göz kapaklarını yarıya kadar indiriyordu. Annesinin yüzündeki bu uykulu ifadeyi Ece hiç sevmiyordu.

Babasını ve amcalarını konuşurken, halden hale giren onca kadının arasında olmak Ece için sıradan bir hal almıştı. Aralara serpiştirilen alışveriş hikâyeleriniyse hiçbir şeye değişmezdi. %70 İNDİRİM yeni papuçlar, çantalar, kıyafetler demekti…

2011 yılının 3. Ayında 8 yaşına basmış olmanın olgunluğu ile Ece, annesinin onu CEEEEE, CEEEEE diye keyiflendirmeye çalışmasına şaşırarak yerinden doğruldu.
Kadın kalabalığı başından nihayet dağıldı….

16 Ocak 2012 Pazartesi

Tuğçe'nin Acıyla Dirilişi

İnsan hissederek yaşar ama duygularını aşırı yaşayanlar, uzun vadede tansiyon hastası olabilir hatta kafayı bile yiyebilir. Bu yüzden kişi kendini eğitmelidir; düşüncelerine hükmetmeyi ve duygularını dizginlemeyi öğrenmelidir. Böyle olanlar için Hayat, yavaş bir akarsu gibi akar ve ölüme sukünetle kavuşur.

Tuğçe, mutfak masasındaki yerini almıştı. Nilgün, sıkıntılı bitmiş gününü anlatıyor; Ayşe Abla kaşlarını çatmış dinliyordu. Tuğçe, susmaktan yanaydı. Çünkü, o Nilgün gibi sıkıntılı durumları anlatarak rahatlayamıyordu. Konuşmak, hatırlamaktı ve kötü hatıralar acıyı diriltiyordu. Dün dündü, dün gerideydi. Bugün, başka bir gündü; tertemizdi, eskileri deşip, gömüldükleri dünden çıkarmak onu kirletmekti. Tuğçe avuçlarındaki sıcaklığı daha çok hissetmek için kahvesini biraz daha sıkı kavradı. Isıya odaklandı. Yüzünü fincanına yaklaştırdı ve lezzetli kokuyu içine çekti. Kahve güzeldi, keyfi yerine geldi.

Nilgün, Abdullah’la geçirdikleri geceyi Ayşe Hanım’a anlatıyordu. Anlattıkları mutfağı aksak ve yavaş bir melodi gibi dolduruyordu. İnsanı hüzne boğan eşsiz bir melodi. Benzerleri olduğunu bildiğin ama onu dinlerken dünyada eşi benzeri yolmuş gibi hissettiğin bir melodi…

Ayşe duyduklarının etkisiyle, bi’tanem dedi. Senden bu dünyada bir tane daha yok. Bunu unutma ve sıkıntılı anlarında hep hatırla. Aklından çıkarma bak, bu dünyaya da bir kere geliyoruz. Hayat bize verilen bir hediye. Takılma bunlara, at aklından çıkar… Olmaz mı?
Nilgün, kelimelerin desteğiyle sırtını doğrulttu ve sandalyede daha dik oturdu. Tuğçe tam karşısında oturuyordu. Kahvesini ara ara yudumluyor ve yüzündeki aptal ifadeyle gözlerini mutfakta gezdiriyordu. İçinden, ne gamsız kadın diye geçirdi. Onun gibi olabilmeyi isterdi. Nilgün, içinde Tuğçe’ye karşı inceden bir kıskançlık hissettiğini fark etti ve kendine hayıflandı.

O an Tuğçe, mutfaktaki aksak ve yavaş melodiye kulaklarını tıkamış tatlı kahvesini yudumluyordu.

...