19 Aralık 2014 Cuma

Pazar



Deniz geceden kalmaydı. Öğlen ancak uyanabilmişti ve kendini hasta hissediyordu. Allahtan eğlence için cumartesi gecesini ayırmıştı. Bütün bir pazar günü, onu iyileştirecekti.  Düzenli yemek yemeli; kanepesinde -üzerinde pikesi örtülü iken- uzanmalı ve bol su içmeliydi. Az düşündüğü ve bolca saçmaladığı gecelerin sağlıklı geçireceği gündüzleri elinden alması adaletli görünüyordu. Şu dünyada karşılıksız yaşanan ne vardı ki! Müessesede denge, karşılıklılık esasıyla kuruluyordu.
Bu aralar okuduğu kitap oldukça ilginçti: "Vladamir Nabakov, Lolita". Onu, hayranı olduğu sinema sanatçısı, ressam ve yazar James Franco'nun başucu kitabı olduğunu öğrendiğinde edinmeye karar vermiş; almak için kitapevlerini gezmiş, fahiş fiyatları duyunca ikinci elcilerin yolunu tutmuştu. Bir kaç yerden sonra sık sık gittiği ve yüzünü tanıttığı genç sahafçı ona kıyak geçmiş ve 13 TL'ye orijinal ve tertemiz bir Lolita edinmesini sağlamıştı. Çağdaş klasikler arasında gösterilen bu eser, konusu yönünden sapkın, işleniş yönünden sıradışıydı. Kitabı bitirip birilerine önermek için acele ediyordu ama hasta kafayla okumaya gücü yoktu. En iyisi onu sıkmayacak bir Hollywood filmi bulup izlemekti.
İnternet son 10 yılın en muhteşem icadıydı. Arama motorlarını kullanarak merak duyduğun her şeye kolayca ulaşabiliyordun: Kitaplar, filmler, müzikler... İnsan bilgi çağında yaşıyor ve ona kolayca ulaşabiliyorken neden her şey bu kadar sıkıcıydı?
Aslında bilgiye erişmekten iyisi bilgiyi aramaktı! Aramak uğraşı, sıkıntıyı öldürüyordu. Demek ki, çağın bize cömertçe sunduğu tüm bu olanaklar delice bir kolaylık sağlıyor  ve en temel uğraşımızı elimizden alıyordu; bu yüzden çıldırıyorduk. Çılgınca çalışıyor, eğleniyor, seviyor... Aşırılaşıyorduk ve aştıkça azalıyorduk. Geriye içi boşalmış paketler ve ileri de açılmayı bekleyen çekici ve yalancı kutular...
Allah belamızı verse de kurtulsak. Hepimizin aklını başından alsa, taşa çevirse mesela da hiç bir yere kımıldamadan öylece kalsak!
Deniz, zaman zaman ayaklı dev bir kaktüs olduğunu hayal ediyordu: Az su ve az güneşe ihtiyaç duyan, kendini dikenlerini kullanarak çevreden koruyan en önemlisi de çirkinliği sayesinde insanların ilgisinden kendini sakınan...
Dünyanın her yerinde güzel olan her yer ve her şey insan denen Canavarlar tarafından  hiçe dönerken onların şerrinden sakınmanın en güzel silahı "çirkinlik" ona bahşedildiğinden Yaratıcı'ya şükretmek gerekti.
Dünyanın bütün güzelliklerini yemek ve üstüne giyinmek isteyen insan; kendi çirkinliğini belki böyle gizleyebileceğini sanıyordu! İnsanların açgözlüğü karşısında aciz kalan zavallı insanlık! Deniz kaktüs olmayı insan olmaya tercih ederdi ama elden ne gelirdi: Kendine ve çevresindekilere katlanması gerekecek ve 'kaktüse gıpta etmeyi sürdürerek' ömrünün geriye kalanını geçirecekti.
Küçük odasının penceresinden baktı. Dışarıda hava kasfetliydi. Kar yeryüzünü örtmüş ve kente yanlızlık getirmişti.
-Yanlızlık bir renk olsa beyaz olurdu ve hissedilse soğuk.
Deniz, teras katındaki evinden açık manzarayı izlerken içindeki Deniz konuşmayı sürdürüyordu. Kaktüsten giren ve hava durumundan çıkan bu ruh hali hep hayra alamet değildi. Hafiften isyanlardaydı ve bu kafayı dağıtması gerekti.
İçini boşaltmak için Akıl Defterini eline aldı: Kelime çöplüğüne dönmüş zavallı defter pislik içindeydi. Onun cildini elinin içiyle sildi ve boş bir sayfa çevirdi. Deniz, yazarak yıkamaya başladı içini:

26 Kasım 2010 Cuma
Masaya Damlayan Ketçap ve Gözyaşı
Duvarlarla çevrili bir mutfak. Duvarlarda renkli kalebodurlar. Sanki hayatın bütün renklerini mutfak duvarındaki küçük karelere yerleştirmişler gibi. Buzdolabının üzerine süslü magnetlerle sıkıştırılmış anılar. Fotoğraflar, renkli ve siyah beyazlar. Eylül mutfakta geziniyor, beş adım boylamasına ve dört adım enlemesine. Yerde süslü halıları örten süslü örtüler var. Her şey üst üste her şey kat kat. Mutfaktaki yoğun enerji Eylül’ün hoşuna gidiyor. Mutfak Annesine benziyor.
Ayşe Hanım, yumuşak yüzünün arkasında tüm o yaşanmışlıkları saklamak konusunda usta. Yuvarlak yüzüne dolgun dudakları özenle yerleştirilmiş. Sohbetine ve tebessümüne doyum olmuyor. Sanki hiç üzülmemiş, sanki hiç incinmemiş, gören “biblo gibi kalmış” diyor. Mutfak tezgâhının sağında ve solunda bibloları için raflar var. Biblolar neredeyse küçük oğlu ile yaşıtlar. Raflarda on sekizini bitirmiş on dokuzundan gün alan biblolar; çok güzel ve çok kırılganlar ama onca yılı büyük bir hasar görmeden atlatmayı başarmışlar. Elma yanaklı bir oğlan çocuğu, memeleri süt dolu yeşil bir inek, sarı saçlı ikiz kız kardeşler Eylül’e iyi geliyor. Onları alıp ellerine narince, yüzlerindeki tozları parmak uçlarıyla silmeyi seviyor. Bibloları Ayşe Hanım’a benziyor.
Mutfakta günler sıcak ve keyifli geçiyor. Akdeniz havası balkona açılan kapıdan ve küçük pencereden içeriye sıcak hava dalgasını ve tuzlu denizin kokusunu taşıyor. Gündüzleri mutfak güneş alıyor, akşam olduğunda sokak lambalarından süzülen sarı ışıkla aydınlanıyor. Bazen de bazı gecelerde mutfak, dolunayın ışığı ile banyo yapıyor. Ayşe Hanım mutfağında misafirlerini ağırlamayı seviyor. Çünkü işini yaparken de onlarla sohbet edebiliyor.
Ayşe Hanım Eylül’e diyor ki; Bu masa (dikdörtgen mutfak masası) kızım uzun yıllardır burada benimle ve kimleri ağırladık birlikte. Neler konuşuldu kimler, bi’ bilsen!..
Mutfak masası, çevresindeki dört ayaklı beş sandalye ile yıllardır bir kenarını duvara dayayıp duruyor. O duruyor, kadınlar geliyor. Üstünde çaylar içiliyor ve kurabiyeler yeniyor. Örtüsü kahve lekesi oluyor, üstüne ketçap ve bazen de gözyaşı damlıyor. Örtüde lekeler birikiyor ve yıllar lekeleri dokuların arasına hapsediyor. İnatçı olan lekeler mi, yoksa…
Gözyaşları, onlar uçuyor, havaya karışıp insanların içine kaçıyor, görünmeden. Doğuş ve kaçış hikayeleri sahiplerinden dinlendiğinde çok trajik ya da komik… Geçmiş geçmişte kalıyor (mu acaba?) Kadınlar mutfak masalarında hikayeler anlatıyor ama.