O yıl yaz kavurucu derecede sıcaktı. Evlerin
içine dolan hava nem yüklüydü ve bu nefes almayı zorlaştırıyordu. İnsanların
yüzeyinde biriken ter, tanecikler oluşturuyor sonrada yolunu bulup aşağı
akıyordu. Bu yolculuk sanki yerçekiminin gözle görülür kanıtıydı. Yukarıda
başlayan ve aşağıda biten pek çok şey gibi: Yaşam ve ölüm, bir saniye önce
daldayken bir saniye sonra yerdeki elma, gökyüzünden yeryüzüne kayan bir
damla...
Deniz, uykuyu severdi ama yataktan sırılsıklam
uyanmaktan nefret ettiği için yaz aylarında erken kalkmayı tercih ediyordu.
Güne erken uyanmak için bir amacı yokken öyle yapıyor olmak sinir bozucuydu ama
ter içinde kalktığında da sinirleri bozuluyordu; çünkü hasta hissediyordu.
Hayatta yaptığın tercihleri tartmak aslında böyle zamanlarda boşa çabaydı çünkü
kefelerdeki ağırlık eşit çekiyordu.
Eşya dolu küçük odasındaki yatakta saatlerce
film, belgesel izliyor ve İngilizcesini geliştirmek için kitap okuyordu.
Aslında bu ilk kalın İngilizce romanıydı ve bu yüzden heyecan duyuyordu. Kendinden
hoşlanıyordu böyle zamanlarda. Ama genellikle boş işlerle uğraşan varoluşu
gereksiz bir kız gibi hissediyordu. Bazen de küçük çevresindeki bir kaç kişiye
verdiği pozitif enerji yüzünden kendini gerekli görüyordu. Tanrının onu
yaratmak için de bir nedeni vardı muhakkak yoksa neden vardı ki? Kendileri
farkında olmasa da otlar, böcekler bile bir işe yaramıyor muydu? Bir nedenden
var değiller miydi? Tabiat anaya çalışmıyorlar mıydı!
Çalışmak... Deniz iki yıldır çalışmıyordu.
Babasından yeniden harçlık alıyor ve daha önce öğrenmek için fırsat bulamadığı
şeyler için kurslara yazılıyordu. İnsanlarla tanışıyordu. Kendi gibi ne çok
insan vardı, önceden bu kadar çok olduklarının farkında değildi. Çoğunluğun
amacı daha donanımlı olmak ve garantili işlere girerek düzene en iyi şekilde
hizmet edecek çalışanlara dönüşmekti: Böylece para ve saygı kazanacaklardı;
mutlu olacaklardı.
Mutsuzlardı. Genellikle evleri olmadığı için ve
arabaları... Deniz, üretmediği için mutsuzdu; ülkeleri gezemediği için
mutsuzdu. Ayrıca onu uzaklara götürecek bir araba da hiç fena olmazdı. Zamanını
ve becerisini birileri çok kazansın diye satacak karşılığında biraz para alacak
ve onunla da merak ettiği her yere gidebilecekti. Ya da ...bilecek miydi?
Zamanını satarken oraları görmek için zaman bulabilecek miydi? Ya enerji(?)
enerjisini vakum gibi emecek o "iş" için ıkınırken ve kıçından terler
damlarken kendini şimdiki kadar istekli hissedecek miydi?
Muamma... Gelecek kocaman bir belirsizlik ve
herkes gibi o da bunu görmezden gelerek
planlar yapıp sahip olmadıkları için bugünü kurban ediyor ve kendine
acıyordu. Yetinmiyordu.
Yetindiği zamanlardaysa mutluydu: Gecenin
ortasında, bulutların hemen gerisinde parlayan
aya bakarken, rüzgarın getirdiği deniz kokusunu alırken, ılık bir duştan
hemen sonra havluyla yatakta uzanırken, lezzetli bir yemek yerken ve hemen
üstüne türk kahvesini içerken, kankasıyla kendilerince büyük sorunlara basit
cümlelerle çözümler üretirken, saçmalıklara
gülerken...
Saçmalık... Üniversitenin ilk yıllarında saçma
sapan ne çok şeye gülerdi. Dört kız arkadaşlardı ve oldukça deli dolulardı.
Masumiyet yüzlerinden akarken arsızlık yapıyor ve bazı yerlerde de pek
sevilmiyorlardı: Toplu taşıma araçlarında, sinema salonlarında ve tenha
sokaklarda... Yerli yersiz gülüşleri ve yüksek sesle konuşuşları birilerinin
tahammül sınırlarını aşıyordu. O birileri genellikle orta yaşlarda ve yorgun
oluyordu. Akşam saatlerinde işinden dönerken ve başı çatlayacak kadar ağrırken
bir grup gencin saçmalıklarına tanıklık etmek sinir bozucuydu tabi.
Deniz şimdi hak veriyordu: Katlanmaları gereken o
kadar çok şey vardı ki yetişkinlerin: En azından, iş, eş ve çocuk sorumluluğu
çoğunda ortaktı. Bu üçlemeyi kuranların hayatlarını düzene koyarak mutlu
olacakları varsayılır ve büyükler tarafından bu düzene teşvik edilirlerdi de;
neden çoğunlukla öyle olmazdı (!): Bu insanların gözlerinden yorgunluk ve
mutsuzluk akardı. Anlayışlarını çevrelerine karşı çoktan yitirmiş sükunet
arayan bi'çarelere dönerlerdi. Başka birilerinin gülüşünden rahatsız olup
mutsuz insanlara "Neyin var?" demekten sakınmıyorsa biri, onun
gibilerden oluşan toplumun vay haline! Kendine benzeyene duyulan yakınlık hissi
onları kümeliyordu. Evlerin mutfaklarında, iş yerlerinin balkonlarında çay
içerken, sigara tüttürürken toplaşıyorlardı. Gökyüzünden bir dürbünle baksan
mutsuzluğun rengini görürdün: Aralara serpiştirilmiş minik renk kümelerine
tahammülleri olmayan gri şehirlerin gri insanları...
Ankara... Deniz bu şehre henüz 18 olmamışken adım
atmıştı. Ankara Üniversitesi'nde Halkla İlişkiler ve Tanıtım okumaya hak
kazanmıştı. 1990'lı yıllarda Mersin gibi küçük bir yerden çıkıp oralarda okul
okumak adama kalite katıyordu. İnsanın hayalleri ve hayattan beklentileri
büyüyordu. Oysa o zamanlarda farkında olmasa da pek çok konuda olduğu gibi bu konuda
belirsizlikten ötesi yoktu. Onca genç, örümcek ağlarıyla dolu nemli ve
kalabalık bir ormanda uçan bir grup sivrisinek gibiydi ve ağa takılmadan
uçabilenler ölmüyordu. Henüz ölümü akıllarına bile getirmeyen ve yaşamı
tanımayan bu grup için ödül de kayıpta büyüktü.
Küçük ve tecrübesiz... Herkes öyleydi ama
bazılarının tecrübeli ebebeynleri, bazılarının yetenekleri, bazılarının
şansları... vardı. Avantajlı olanlar sıyrılacak ve piyasada parlayacaklardı.
Kutsal Kitapta Allah adildir der ve Onun tarafından adalet nasıl sağlanmıştı
bilmeye insanın aklı yetmez; yine de görüntü de kimse eşit değildi. Zaten tüm
bu altta kalma ve üstte olma halleri bu yüzden değil miydi? Mesela, herkes aynı
renkte saça, buruna, göze, yeteneğe, karaktere... sahip olsa, aynı şeyi düşünüp
konuşsa, yine böyle bir rekabet ortamı doğar mıydı? Deniz uzaylılara
inanırdı; belgelsellerden onların ileri
medeniyetler kurduklarını öğrenmişti. Onlar tek tiptiler: Taşıtları aynıydı;
ışıklı plaka şeklindeki hava araçlarını kullanıyorlardı. Kıyafetleri yoktu ve
vücutları, kafa yapıları, yüzleri, o iri gözleri... aynıydı. Bu aynı olma hali bir olmalarını sağlamış
olabilir miydi? Bir bütünün birbirinin aynı parçaları olmak rekabeti,
çekişmeyi, savaşı önlemiş miydi? Nihayetinde medeniyetlerini yıkımdan kurtarmış
ve gelişmemişler miydi?
Aslında görüntüde Dünya'da da işler o yöne doğru
evriliyordu; herkes birbirine benzemeye başlamıştı. Mesela yüzler, kıyafetler,
beklentiler, istekler... ama biz de bu pek de birlik duygusu yaratmamıştı
sadece benzemiştik işte. Tükettiklerimiz ve istediklerimiz benzeşmişti. Ama
yapay tanrılar tarafından tepelerden bir yerlerden tüketilmesi istenenler
çeşitliydi ve isteklerde sınırsızdı. Bu benzerlikte bile birçokluk vardı:
Kalabalık ve pis bir keşmekeş...
...Yapay Tanrılar, işini bilir. Herkesin istediği
ortak arzu nesneleri yaratıyorlardı. Bir insan arzulanabiliyordu ya da bir
çanta. Yani çanta da insan kadar değerliydi ve ona sahip olmak arzulanan olmak
demekti. Çanta üstünlük duygusu veriyordu çünkü çevre tarafından güzel ve
kaliteli algılanıyordu. Bu algıyı yaratan ve kümelere yayansa Yapay Tanrı'nın
eliydi: Reklamlar!
Deniz üniversite yıllarında reklam yapmaya
bayılıyordu. Bir reklam ödevinde düşündüğü cüretkar fikirle bir kaç kendini
kanıtlamış öğrencinin ve bir öğretmeninin hoşuna gitmişti. Onunda birilerinin
hoşuna gitmek hoşuna gitti ve reklamcı olmaya karar verdi. Ya da hayır eksik
söylüyorum belki biraz fazlası: Düşünmeyi seviyordu, fikirler bulmayı ve
kelimelerle arsızca oynamayı: Onların eteğini kaldırıp gerisine berisine bakarken
ve baştan çıkarıp şekilden şekle sokarken kendini cennetten kovulan kötü melek
gibi hissediyordu.
Kötülük hiç bu kadar güzel olmamıştı. Anlamları
kat kat giyinmiş kelimeyi usul usul soyuyordu. Bazen içki ve iyi müzikle onlara
yükleniyor ve yepyeni anlamlar doğurtuyordu. Bu mahrem ilişki özel sektörde iş
bulup çalışmaya çalışınca bitti. Önce patron vardı, sonra patrona para veren
müşteri ve patrondan para alan diğer çalışanlar... Deniz ise onu elden almayı
hiç sevmedi.
Geçinmeliydi. Önce iş hayatındaki tuhaf ilişki
örgüsünü bir süre anlamadı. İşini yapmak istiyordu ve özgür olmak; işinde de
hayatında da. Ayaklarının üzerine sağlam basmak istiyordu ve kendini istediği
gibi yaşamak. Ama bunu isterken diğer insanları ve onların tuhaf oyunlarını hiç
hesaplamadı.
Suskun... Deniz, haksızlığa uğradığında susmayı
seçiyordu. Aslında bu tamamen korkuyor olmasından kaynaklanıyordu. Yalnız
başınaydı ve güçsüzdü. Evinin kirasını ve faturalarını ödemek için işe ihtiyacı
vardı. Dolayısıyla kazancını sürekli kılmak için çevresindeki adaletsizliklere
ve saygısızlıklara katlanmak zorunda olduğuna inanıyordu.
Öğrenilmiş çaresizlik... Deniz akıllı bir kızdı
ama düzenin patronlara verdiği güçten ve kendi gibi iş için deliren yetenekli
insanların varlığından duyduğu kaygı onu köleleştiriyordu: "Daha iyisini
nerden bulacağım? Benim gibi birini basit bir gazete ya da internet ilanı ile
kolayca bulabilir!" İşte zihninde kendi kendine tekrarladığı bu basit iki
cümle bütün özgüvenini alıp götürüyordu.
Farkında değildi "eşsizdi o!" Herkesin
kendine göre sadece onda olan bir gücü vardı. Bu güç; iyi konuşmak, iyi yazmak,
iyi hesaplamak, iyi giyinmek, iyi gülmek olabilirdi. O zengin hayal gücünü ve
kelimelere hükmetme yeteneğini görmezden geliyor kendini basitleştiriyordu.
Patronlar... Ah o patronlar... Denizin hayatından
çokça patron geçmişti. Hepsinin tepeden bakan bir gözü vardı: Konuştuklarında
kafalarının üzerinden yükselen kıvrak boyunlu bir tek göz. Bu göz çevreyi 360
derece görebiliyordu. Herkese hakim olma ve her şeye hükmetme arzuları o kadar
büyüktü ki o yılan gibi kıvrılan ve defalarca kez kırpılan göz her şeyi
inceliyordu. İnsani hiçbir pürüze tahammülü yoktu: Geç kalmak, hastalanmak,
tatile çıkmak, özel günler... Patronlar bir makine gibi çalışmanı istiyorlardı
çünkü kiranı ve faturalarını ödeyebilmen ve yemek yiyip karnını doyurman için
sana para veriyorlardı. Hayattaki tatlı bütün zevklerden mahrum kalarak
varlığını sürdürebileceğin kadar para. Ne büyük bir lütuf! Karşılığında
aldıklarını ise küçümsüyorlardı. Senin eşsizliğini görmezden gelerek karşında
büyük bir gevreklikle övünüyor ve gerekli zamanlarda sözleri ve tavırlarıyla
zihninin arka odalarından birinde uyuyan o iki basit cümleyi uyandırıyorlardı: "Daha iyisini nerden bulacağım? Benim
gibi birini basit bir gazete ya da internet ilanı ile kolayca bulabilir!"
Övgü... Deniz, ölür müsünüz be kardeşim diyordu.
Takdir etseniz ölür müsünüz?
Karşındakinin kendine güvenini bir piton yılanı gibi bütün bütün yutarak
karnını şişirmek hoşuna gidiyor değil mi(!) Pis canavar, bok suratlı asalak!
Dilerim geberirsin!
Küskün... Deniz bıkkın bir anında Akıl Defteri'ne
şöyle karalamıştı:
"Bir konu başlığı verin bana, Öyle bir konu
olsun ki dokunsun, vursun. Öyle bi’ başlık atayım ki ona büyük ve siyah olsun.
Nasıl düşünmüş desinler, Nasıl gelir ki insanın aklına böyle şeyler?(!) Gelir
işte, geliyor; ispatlasın kelimeler! Kelimeler yayından fırlayan oklar gibiler,
Vurulsun, aklın saklı yerlerindeki düşünceler. Okudum dank etti desinler! Tatlı
bir kıskançlık hissetsinler. İsmimi merak etsinler, geldiğim yeri… Gideceğim
yerle ilgili akıl yürütsünler. Ya da sustum, ya da yazmam, Mutlu etmem kendimi:
Akılda etmem, fikir zikirde dillendirmem. Ne gerek var ki, ne önemi var?
İstemem konu başlığı, vermeyin! Büyük harflerle, siyah renkte yazmam da onu!
Kim kimi dinliyor ki bugün? Kim kimi anlıyor? Memlekette takdir edilmek için
ölmek gerek! Yazmak için ölüyorum, Ama ölüm takdir edilsin istemiyorum(!)Konu
başlığı istemiyorum, Hiçbirinizden hiçbir şey istemiyorum. Rahat bırakın
yeter!"
devam edecek...