19 Aralık 2014 Cuma

Pazar



Deniz geceden kalmaydı. Öğlen ancak uyanabilmişti ve kendini hasta hissediyordu. Allahtan eğlence için cumartesi gecesini ayırmıştı. Bütün bir pazar günü, onu iyileştirecekti.  Düzenli yemek yemeli; kanepesinde -üzerinde pikesi örtülü iken- uzanmalı ve bol su içmeliydi. Az düşündüğü ve bolca saçmaladığı gecelerin sağlıklı geçireceği gündüzleri elinden alması adaletli görünüyordu. Şu dünyada karşılıksız yaşanan ne vardı ki! Müessesede denge, karşılıklılık esasıyla kuruluyordu.
Bu aralar okuduğu kitap oldukça ilginçti: "Vladamir Nabakov, Lolita". Onu, hayranı olduğu sinema sanatçısı, ressam ve yazar James Franco'nun başucu kitabı olduğunu öğrendiğinde edinmeye karar vermiş; almak için kitapevlerini gezmiş, fahiş fiyatları duyunca ikinci elcilerin yolunu tutmuştu. Bir kaç yerden sonra sık sık gittiği ve yüzünü tanıttığı genç sahafçı ona kıyak geçmiş ve 13 TL'ye orijinal ve tertemiz bir Lolita edinmesini sağlamıştı. Çağdaş klasikler arasında gösterilen bu eser, konusu yönünden sapkın, işleniş yönünden sıradışıydı. Kitabı bitirip birilerine önermek için acele ediyordu ama hasta kafayla okumaya gücü yoktu. En iyisi onu sıkmayacak bir Hollywood filmi bulup izlemekti.
İnternet son 10 yılın en muhteşem icadıydı. Arama motorlarını kullanarak merak duyduğun her şeye kolayca ulaşabiliyordun: Kitaplar, filmler, müzikler... İnsan bilgi çağında yaşıyor ve ona kolayca ulaşabiliyorken neden her şey bu kadar sıkıcıydı?
Aslında bilgiye erişmekten iyisi bilgiyi aramaktı! Aramak uğraşı, sıkıntıyı öldürüyordu. Demek ki, çağın bize cömertçe sunduğu tüm bu olanaklar delice bir kolaylık sağlıyor  ve en temel uğraşımızı elimizden alıyordu; bu yüzden çıldırıyorduk. Çılgınca çalışıyor, eğleniyor, seviyor... Aşırılaşıyorduk ve aştıkça azalıyorduk. Geriye içi boşalmış paketler ve ileri de açılmayı bekleyen çekici ve yalancı kutular...
Allah belamızı verse de kurtulsak. Hepimizin aklını başından alsa, taşa çevirse mesela da hiç bir yere kımıldamadan öylece kalsak!
Deniz, zaman zaman ayaklı dev bir kaktüs olduğunu hayal ediyordu: Az su ve az güneşe ihtiyaç duyan, kendini dikenlerini kullanarak çevreden koruyan en önemlisi de çirkinliği sayesinde insanların ilgisinden kendini sakınan...
Dünyanın her yerinde güzel olan her yer ve her şey insan denen Canavarlar tarafından  hiçe dönerken onların şerrinden sakınmanın en güzel silahı "çirkinlik" ona bahşedildiğinden Yaratıcı'ya şükretmek gerekti.
Dünyanın bütün güzelliklerini yemek ve üstüne giyinmek isteyen insan; kendi çirkinliğini belki böyle gizleyebileceğini sanıyordu! İnsanların açgözlüğü karşısında aciz kalan zavallı insanlık! Deniz kaktüs olmayı insan olmaya tercih ederdi ama elden ne gelirdi: Kendine ve çevresindekilere katlanması gerekecek ve 'kaktüse gıpta etmeyi sürdürerek' ömrünün geriye kalanını geçirecekti.
Küçük odasının penceresinden baktı. Dışarıda hava kasfetliydi. Kar yeryüzünü örtmüş ve kente yanlızlık getirmişti.
-Yanlızlık bir renk olsa beyaz olurdu ve hissedilse soğuk.
Deniz, teras katındaki evinden açık manzarayı izlerken içindeki Deniz konuşmayı sürdürüyordu. Kaktüsten giren ve hava durumundan çıkan bu ruh hali hep hayra alamet değildi. Hafiften isyanlardaydı ve bu kafayı dağıtması gerekti.
İçini boşaltmak için Akıl Defterini eline aldı: Kelime çöplüğüne dönmüş zavallı defter pislik içindeydi. Onun cildini elinin içiyle sildi ve boş bir sayfa çevirdi. Deniz, yazarak yıkamaya başladı içini:

26 Kasım 2010 Cuma
Masaya Damlayan Ketçap ve Gözyaşı
Duvarlarla çevrili bir mutfak. Duvarlarda renkli kalebodurlar. Sanki hayatın bütün renklerini mutfak duvarındaki küçük karelere yerleştirmişler gibi. Buzdolabının üzerine süslü magnetlerle sıkıştırılmış anılar. Fotoğraflar, renkli ve siyah beyazlar. Eylül mutfakta geziniyor, beş adım boylamasına ve dört adım enlemesine. Yerde süslü halıları örten süslü örtüler var. Her şey üst üste her şey kat kat. Mutfaktaki yoğun enerji Eylül’ün hoşuna gidiyor. Mutfak Annesine benziyor.
Ayşe Hanım, yumuşak yüzünün arkasında tüm o yaşanmışlıkları saklamak konusunda usta. Yuvarlak yüzüne dolgun dudakları özenle yerleştirilmiş. Sohbetine ve tebessümüne doyum olmuyor. Sanki hiç üzülmemiş, sanki hiç incinmemiş, gören “biblo gibi kalmış” diyor. Mutfak tezgâhının sağında ve solunda bibloları için raflar var. Biblolar neredeyse küçük oğlu ile yaşıtlar. Raflarda on sekizini bitirmiş on dokuzundan gün alan biblolar; çok güzel ve çok kırılganlar ama onca yılı büyük bir hasar görmeden atlatmayı başarmışlar. Elma yanaklı bir oğlan çocuğu, memeleri süt dolu yeşil bir inek, sarı saçlı ikiz kız kardeşler Eylül’e iyi geliyor. Onları alıp ellerine narince, yüzlerindeki tozları parmak uçlarıyla silmeyi seviyor. Bibloları Ayşe Hanım’a benziyor.
Mutfakta günler sıcak ve keyifli geçiyor. Akdeniz havası balkona açılan kapıdan ve küçük pencereden içeriye sıcak hava dalgasını ve tuzlu denizin kokusunu taşıyor. Gündüzleri mutfak güneş alıyor, akşam olduğunda sokak lambalarından süzülen sarı ışıkla aydınlanıyor. Bazen de bazı gecelerde mutfak, dolunayın ışığı ile banyo yapıyor. Ayşe Hanım mutfağında misafirlerini ağırlamayı seviyor. Çünkü işini yaparken de onlarla sohbet edebiliyor.
Ayşe Hanım Eylül’e diyor ki; Bu masa (dikdörtgen mutfak masası) kızım uzun yıllardır burada benimle ve kimleri ağırladık birlikte. Neler konuşuldu kimler, bi’ bilsen!..
Mutfak masası, çevresindeki dört ayaklı beş sandalye ile yıllardır bir kenarını duvara dayayıp duruyor. O duruyor, kadınlar geliyor. Üstünde çaylar içiliyor ve kurabiyeler yeniyor. Örtüsü kahve lekesi oluyor, üstüne ketçap ve bazen de gözyaşı damlıyor. Örtüde lekeler birikiyor ve yıllar lekeleri dokuların arasına hapsediyor. İnatçı olan lekeler mi, yoksa…
Gözyaşları, onlar uçuyor, havaya karışıp insanların içine kaçıyor, görünmeden. Doğuş ve kaçış hikayeleri sahiplerinden dinlendiğinde çok trajik ya da komik… Geçmiş geçmişte kalıyor (mu acaba?) Kadınlar mutfak masalarında hikayeler anlatıyor ama.
                                                       

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Bu yazar nasıl yazar!


Enine boyuna düşünerek seçilen konular basitlikten uzaklaşıyor. Düşünmeden bir konu seçmekse akıl süzgecini sallamak demek oluyor. Kumların arasından parlak altın parçalar göründüğünde şöyle diyorsun: Buldum. İşte ellerim aralıksız yazıyor.
Bu yazar böyle yazıyor: "BASİT"!
Basit olanı küçümsemeyin o her zaman iyidir. Anahtar kolay anlaşılmak da. Gündelik hayatta herkesin derdi bu değil mi aslında? Anlaşılamamak, anlatamamak, anlamamak, yanlış anlamak, çok iyi anladığını sanmak.
Herkesin biribirine karşı basit ve net olduğu bi' dünyanın hafifliğini hayal edebiliyor musunuz? Karmaşık ve dolambaçlı işler olmadan doğrudan anlatılan ve anlaşılan durumlar: "Dürüstlük, ete kemiğe bürünür ve aramızda özgürce dolaşır. Bu adamın koluna girer, birbirimizi samimiyetle selamlarız."
Basitlikteki bilgelik başkadır. Bakın Tibet Rahiplerine, Hint Fakirlerine... Onlardaki saflık, sadelik ve bilgelik bizi kendine çekmiyor mu? Delirmiş dünyanın karmakarışık düzeninde bu basitliği aramıyor muyuz? O zaman bir yazar neden çok düşünsün ki? Yetenekle süzmek hayatı daha doğru değil mi?
Bu yazar böyle yazıyor: "PLANSIZ"!
İçgüdülerine güvenmek, içinden geldiği gibi yazmak; Bunu yapıyor işte yazar. Onu edebi olmaktan uzaklaştıran içinden geldiği gibi yazmasıysa böyle yapmaya devam etsin. Çünkü okuyana iyi geliyor. Hayattan basit saptamalar yaratıcılıkla birleşince, "vay be ben hiç böyle düşünmemiştim" dedirtiyor. İşte yazının çekici tarafı. Fatih Sultan Mehmet'in yağlı kızakların üzerinde gemileri kaydırması gibi, Mısır Piramitlerini inşa eden ustaların kısa, tahta, kütük makinelerle taşları kaldırması gibi... Basit ve yaratıcı fikirlerin çekiciliğine kimse karşı koyamıyor. Sonra bu basitlik başka bir sürü şeyin temelini oluşturuyor. En büyük keşif en etkileyici olan o ilk düşünce o  ilk buluş değil mi?
James Franco'nun Palo Alto kitabında derlediği öykülerden birini okuyunca bunları düşündüm işte. Bu yazar  o dedim. Seviyorum seni James Franco.

24 Ağustos 2014 Pazar

Çağrışımlar

Canımın yarısı,
odalarım dantelli oyalı,
camın kenarındaki fiskos masası,
gelsen de kahvemizi içsek karşılıklı.
oda yanlız benle dolu,
gözlerim seyrediyor yolu,
canımın yarısı gelsin,
koysun kahvenin yanına lokumu.
...
Canım,
Sapsız üzüm olur mu,
Kanatsız kuş
Bebeksiz göz
Manasız söz?..
Bu can da sensiz olmuyor.
Ben, ben olmaktan çıktım,
Beklemekten ağaç oldum.
Gel de kök salayım kollarında
Dallarım dolansın boynuna
Dalayım sen koynumdayken
uzaklara.
...
 Bi kuş uçuyor uzakta
Kanatları örtüyor güneşi.
Gölgeleniyor yüzüm.
Yüzüm de karanlık var,
Ama ruhum da parlak bir aydınlık.
...
Canımın yarısı
olsan, ah olsan(!) kızardın bu kuşa,
Doğrulturdun tabancanı.
İndir derdim:
Güneşi örtüyor diye,
öldürmeyelim kuşları.
...
Söylenir, söverdin,
Sok sivri dilini içeri dedim:
İçerimi az kanatmadı zehri
Hatırlatma yeniden,
kuşu öldüreyim derken,
Söndürme içimdeki alevi.
...
Canımın yarısı,
gelsen, bi' gelsen var ya
ben seni... ah ben seni (!)
Çok severim hem de deli gibi.
...
Kabalıklarını da al gel  razıyım.
Severim ruhundaki çirkin yerleri.
Seni sen yapan her bir yeri.
...
Canımın yarısı
kasedeki üzüm,
yolu gözlemekten şaşı oldu iki gözüm.
Gelmeyecektin madem
ne diye heveslendirdin.
Bileydim, bu kadar döneksin,
"Diğer Yarın'a" randevu verirdim.



30 Haziran 2014 Pazartesi

Mağara'yı seveceksin.


Fethi, uzun yolculuklar yapıyordu. Yolculuk bazen öyle yorucu oluyordu ki ona katlanmak zorlaştığında kendini şöyle telkin ediyordu: "Herkes yapıyor."
Herkesin yaptığı, kişiden kişiye değişiyordu: kebap tıraşlamak, kumaş tasarlamak,  tez yazmak, iş aramak, çocuk büyütmek, otomobil tamir etmek...
Her hayat, yol katediyordu ve şanslı insanlar sabrı öğreniyordu.
O, fotoğraf çekmeye üniversite yıllarında başlamıştı. Babasının onun için aldığı yarı elle çalışan ilk dijital makineyle her şeyi çekmekten keyif alırdı: insanları, onların gölgelerini, şişeleri, muslukları, çirkin ama güzel, genç kadınları...
Çekerken de hep susardı.
Böyle zamanlarda insanlar şaşardı. Bu kıpır kıpır ve konuşkan, yerinde bir dakika duramayan adam nasıl olur da bu kadar uysallaşırdı.
Kalın camlı gözlüklerinin gerisine sakladığı iri gözleri vardı. Cin gibi bakan baktığını iyi gören bir çift göz: anlayan, farkeden, keşfeden...
Öyle olmasa, onca yıl bu kadar yol alır mıydı!
Ülkenin çok yerine arabasıyla gitmişti. Yolları eskiten bu büyük araba küçük bir adamı ve onun zamanı donduran makinesini usanmadan taşımıştı.
Araba az bozulmamıştı.
Fethi'yi fıtık eden neden; güzel görüntüyü yakalamak isterken aldığı pozisyonlar mı, ağır makine ayaklıklarını sırtında taşımak mı yoksa bu cüsseli arabanın bozulup durması mı net olarak bilen çıkmadı.
 Hayatı makinenin gözünden görmek için yıllarca yol aldı. Zorluklarla karşılaştığında
pes etmedi, isyan etmedi; Nefsini terbiye etmek için mağarada çile dolduran atası gibi sabretti. (Mağara Dede bakınız.)
Şanslılardandı, Sevdiği işi yaptı ve keyfi işinden aldı.
Eee daha ne olsun: Yolun açık olsun Sevgili Fethi Mağara!

4 Haziran 2014 Çarşamba

Kırmızı, ete çok yakışıyor


Yıllar sonra onu gördüğünde bütün duyguları birbirine dolandı. O kadar dolandı ki önce içini tanımlayamadı sonra “halat” dedi:  “Duygulardan örülü ve zamanın her an biraz daha büktüğü kalın ve sıkı bir halat!”
“Geçmişten Gelen…”, laciverti çok severdi ve siyahı. Üstündekilere bakılırsa hala seviyordu. Yanakları kırmızı kırmızı olurdu yorulunca, çok konuşunca ve bi’ de şişme botu nefesiyle doldurunca… Çok yakışırdı etine o renk; yine çok yakışmıştı ama belki o yanakları kızartan nedenler çoktan değişmişti.
Acaba (!) Hayat ona neler yaptı? diye düşündü. Bilemezdiki çünkü soramazdı. Onlar biteli çok olmuştu. Üzüldü(!) Bu his yüzünden halat biraz daha sıktı ayak bileğini, sendedi. Gidemedi yanına, cesaret edemedi. Öylece baktı uzaktan.
Sonra araba seslerini işitti, insan uğultularını, kuş cıvıltılarını, esen rüzgarın fısıltısını… Derin bir nefes aldı ve sonra tuttu. Başını yere eğdi, kaldırımın grisine dalıp gitti. “Başka biri benim için yeni bir halat örene kadar dipteyim.” dedi. Başını kaldırdığında “Geçmişten Gelen…” yoktu ve yerinde kavruk bir simitçi çocuk duruyordu.
Gülüp feleğin cilvesine, acıktığını hissetti, çocuktan iki simit istedi yandaki kahvehaneye oturup bir de çay söyledi.

27 Şubat 2014 Perşembe

KARANLIK

SİNOPSİS
Köpek, karanlık ve tenha sokakta yürümektedir.  Ayak sesleri sokakta yankılanmaktadır. Yorulana kadar yürüyecek ve kendine kıvrılıp uyuyacak bir köşe bulacaktır. Melike, eşinden yeni ayrılmış yalnız ve güzel bir kadındır. Yetenekli bir yazardır ancak evli olduğu sürede kelimelerden uzak kalmıştır. Yeni taşındığı evinde, hava kararıp mahallenin sesi soluğu kesilince yazılarını yazmaktadır. Karanlık ve sessizlik onun ilham kaynağıdır. Melike ve Köpek’in yolları defalarca kez kesişecek ve sonunda bir trafik kazası sonucu birleşecektir.
Tahir, Melike’nin karşı komşusudur. Annesiyle yaşayan Tahir, sessiz ve içe dönük bir genç adamdır. Elektirik Kurumunda teknisyenlik yapmaktadır. Sıradan bir hayat sürmektedir ancak sıradışı konulara ilgi duymaktadır. Vahşi hayvanlar ve enteresan konular hakkında belgeseler izlemekten hoşlanmaktadır. Tuhaf denilebilecek bu adam Melike’yi bir gece, vardiya dönüşü fark edecek ve belgesel izler gibi izlemeye başlayacaktır. Melike’nin Tahir’den hiçbir zaman haberi olmayacak ancak yaşanan karanlık bir anda Tahir, Melike’nin hayatını etkileyecektir.
Ömer, Melike’nin eski eşidir. Bilgisayar mühendisi olan bu genç adam Melike’den yedi yaş küçüktür. Melike’den şiddetli geçimsizlik gerekçesiyle boşanmış olmalarına rağmen bir türlü vazgeçmemektedir. Aslında boşanmalarının temelinde maddesel bir adamla duygusal bir kadının çatışmaları vardır. Ömer aralıklı olarak ve sıkça Melike’ye tacizleri sürmektedir. Kadın, durumu her zamanki yapıcı tavrı ve Allah’ın genelde kadınlara bağışladığı tahammülle idare etmektedir.
Melike’nin yaşadığı mahalle büyük bir şehrin orta gelirli insanlarının yaşadığı bir yerdir. İnsanlar birbiri ile çok iletişim kurmaz, kendi halindedir. TV, İnternet ya da edinilen bir komşu çoğu için yeterlidir. Öyle ki bir keresinde Tahir’in Annesi yan apartmandan gelen kokuların nedenini TV izlerken öğrenmişlerdir. Yan apartmanda yaşayan bir yaşlı kadın çöp biriktirme hastalığına yakalanmıştır. Kokunun nedeni, dramatik bir olay sonucu doğranarak ölen birinin cesedinden yayılan koku değil, sadece birikmiş çöplerdir. (Anne bu fikrini oğlu Tahir ile paylaşırken; Ulusal bir kanalda öğle kuşağında yayınlanan bir kadın programını izlemektedir: Öldürülen kocanın cesedine iki ay önce kiralanmış bir dükkânda ulaşılmıştır. Adam küçük parçalara ayrılarak çeyiz sandığına özenle yerleştirilmiştir. Ölünün karısı ve aşığı suçlanmaktadır.)
Tahir’in Annesinin yine TV’den öğrendiğine göre;  sırayla şehrin semtlerinde elektrik kesintisine gidilecektir. Kesintiler bir ay sürecek ve elektrik hatlarına genel bir bakım yapılacaktır. Anne elektrik teknisyeni oğlundan bu haberi öğrenmeyi tercih ederdi. Ancak Tahir herkesin bildiği gibi çok konuşmayan bir adamdı…
Melike işte bu yerde, yalnızlığını köpekle giderecektir. Ara ara yiyecek ve su vermeye başladığı Köpek’e eski eşinin ısrarları sonucu buluştukları bir günün bitiminde mahallenin dar sokaklarından geçerken çarpmışlardır. Melike, Köpek’i tedavi ettirmiş ve yaşanan kaza sonucu büyük oranda görme kaybıyla hayatını sürdürecek olmasından kendini sorumlu tutarak ona sahip çıkmıştır. Aslında köpek için bu karanlık olay; sıcak bir yuva, yemek ve şefkatle sonuçlandığı için iyi bir durumdur.
Köpek, Tahir’inde sevdiği bir hayvandır. İleri yaşı yüzünden kamburlaşmış sırtı, açlıktan çıkmış kaburgaları ile perişan görünümlü bu hayvan ona ilgi çekici gelmektedir. Köpekle kurduğu iletişim Melike’nin “o karanlık gününde” Tahir’in çok işine yarayacaktır.
Tahir’in Melike’ye ilgisi istikrarla sürmektedir. Adını öğrenmek için daire numarasını hesaplayıp ziline bakıp adını öğrenmiştir. Mahalledeki bu yeni kadını daha iyi izlemek için bir dürbün bile edinmiştir. Kadın en çok karanlıkta görünmektedir: Yazın getirdiği sıcak havaları da fırsat bilen kadın, pencereleri ve perdeleri sonuna kadar açıyordu. Tahir hemen camın önüne yerleştirdiği masasında onu, bilgisayarının başında yazarken görüyordu. Uzun yazdığında, koyu renkli kıvırcık dolgun saçlarını ensesinden kalemle tutturuyordu. Sonra arada telefonda hararetle konuşuyordu. Elini kolunu çok hareket ettiriyordu. Pencereden sarkıp sokağı izlediği de çok oluyordu. Evine nadiren insan geliyor ve o nadiren evinden çıkıyordu. Bir kaç kez kumral, uzun boylu, iyi giyimli genç bir adam evine gelmiş ve gelişinin sakinliğine zıt olarak bu adam öfkeyle evi terk etmişti. Tahir, günlerce kadını izledi. Bu arada işine gidip geliyordu. Şehrin her iki günde bir yeni bir mahallesi, akşam saatlerinde elektriksiz kalıyor ve zifiri karanlığa gömülüyordu. Tahir, kazılan yollar yenilenen kablolar arasında tellerle haşır neşir olmaktan memnundu. Evine yorgun argın dönse de Kadın’ı İzlemekten geri kalmıyor ve belgesellerini izliyordu. Geçen izlediği belgeselde farklı düğüm tekniklerini öğrenmiş ve hatta kablolar üzerinde tatbik etmişti. O “karanlık günde” bu düğümlerin işine yarayacağını asla bilemezdi.  
Mahallenin elektirikleri iki gün süreyle akşamları kesilecekti. Hep tekrarlanan işlemde Tahir görev almadı. Evinde yan gelip yatacak ve Kadın’ı izleyecekti. Öyle de yaptı, kadını izledi: Kadın lambanın altında oturuyor ve telefonla konuşuyordu. Telefon konuşmasından kısa bir süre sonra aralarda kadının yanına gelen genç adam salonda göründü. Oturdular, adam dağınık görünüyordu. Konuşmaları sertleşti. Adam kadına bir tokat attı, sonra kanepeye düşen kadının üzerine çullandı. Kadın çırpınıyordu. Köpek geldi. Adam köpeği defalarca itekledi ve sonunda içeriye götürüp kilitledi. Kadın telefon açmaya çalışıyordu ama başaramadı. Adam kadını kanepeye yeniden itti, boğuşuyorlardı… Tahir bi’şiler yapmalıydı.
T- Doğada dişisine zarar veren tek canlı biziz!
Saatine baktı, arkadaşını aradı… 4 dak. Sonra elektrikler gidecekti. İş kıyafetlerini giydi, metrelerce kablo aldı, lambasını açtı ve evden sakince çıktı. Karşı yola geçti ve apartmandan içeri girdi. (Elektrik kesintisini hesap edip, apartman sakinleri rahat girsin diye muhtemelen, hep kilitli tutulan kapıyı bu sefer açık bırakmışlardı.) Melike’nin kapısına gelince önce sakince kapıyı vurdu. Sonra biraz ısrarla, sonra da “Kapıyı açın, elektrik idaresindenim. “diye seslendi. Adam kapıyı telefonunun ışığını kullanarak açmıştı. Tahir içeri girdi; Melike’yi gördü, kadın dağılmıştı. Ömer’e bir yumruk atıp yere indirdi ve savunmasız bırakıp kabloyla elleri ve ayaklarını düğümlemeye başladı. Melike paniklemişti, içeriden havlayan Köpek’i karanlıkta el yordamı ile saldı. Köpek Tahir’i koklayıp yalamaya başladı, Melike Köpek’in sevgi gösterisini çıkardığı seslerden fark etmişti. Afalladı. Ömer’le işi biten Tahir geldiği gibi çıkıp gitti ve elektrikler geldi. Ömer yerde düğümlü yatıyordu!



KARANLIK SENARYO
Dış- Gün/Gece: İstanbul Üsküdar/Genel
İstanbul’un sakin ve mütevazi mahallelerinin birinde gece vakti. Sessizlik, sokak lambaları çevreyi sarıya boyamış. Köpek, yağdan fakir bedenini çelimsiz bacaklarının üzerinde taşıyor. Adımları sıra sıra binaların dizili olduğu sokakta yankılanıyor. Sokak sanki boşalıyor ve sadece sesle doluyor.

Detay: Kamera köpeğin yanından yakın plan  adımlarını takip ediyor.  Sonra, sokak lambasıyla yarı aydınlanan yola düşen kambur gölgesi görüntüye dahil oluyor.
Köpek (sesi): Boş sokakta insanın kafasına inen bir çekiç gibi adım sesleri.
Dış- Gün/Gece: İstanbul Üsküdar/ Kanayan Kalpler Apt.
Köpek sokakta ilerliyor, yoluna gidiyor. Sokakta sırtsıta dizili yüksek apartmanların biri; Kanayan Kalpler Apartmanı. Göz, yüksekliği boyunca ilerlediğinde gökyüzüne yaklaşıyor. Gökyüzündeki yıldızlar parlak ve güzel görünüyor. Göz apartmanın katlarını çıktığı gibi inerken bir kadında takılıyor. Kadın pencereden sarkmış sokağı izliyor. Onunsa gözleri tenha yolda ilerlen köpekte. İfadesinde hüzünlü ve düşünceli bir anlam.
Yakın Plan: Kadının yüzünde bir hüzünlü ifade.
İç- Gün/Gece: İstanbul Üsküdar/ Kanayan Kalpler Apt. 6. Kat
Kadın, açık camından şehri evine alıyor. Uçsuz bucaksız bir ışık cümbüşünün içinde ara ara karanlık alanlar. Işıkların bazısı göz kırpıyor bazısı da sonsuza kadar aydınlatmayacakmış gibi sönüyor. Kadın üstünde daktilo taşıyan masaya çekip sandalyesini oturuyor. Pencerenin hemen önünde, sonsuz bir ilhamla yazı yazıyor. Ona göre insan, gecenin kollarında daha iyi yazıyor. Dalgalı siyah saçlarını kalemle topladığında ensesine dövülmüş bir yazı okunuyor: “uzayın duygusu”

İç- Gün/Gece:İstanbul Üsküdar/ Kanayan Kalpler Apt. 6. Kat
Kadın, daktilosunun başında bir süre oturur; sonra beyaz sayfalara kelimeler yazar: (Tak, tak, tak…) Karanlık aydınlığı kapladı. Aydınlık bi’ karanlığa bi’ kendine baktı. Eskisinden daha aydınlıktı. Karanlığa onu aydınlattığı için teşekkür etti; ve lütfen dedi “Sonsuza kadar karanlığınla aydınlat beni!” Kadın sandalyesinden kalktı; karanlık koridordan geçip, yatak odasına gitti. Sokaktan gelen ışıkla, az aydınlanan oda da, el yordamıyla gece lambasının düğmesini buldu. Odaya kırmızı ve loş bir ışık doldu. Çift kişilik yatağına tek başına girdi ve yorganın içine sonuna kadar gömülüp uykuya daldı.
Yakın Plan: Daktilonun içindeki beyaz kağıda yazılan her bir harf… Kadın, odasına doğru ilerlerken öznel kamera… Uyurken, yakın plan…


İç- Gün/Gündüz:İstanbul Üsküdar/ Ay ışığı Apt. 6. Kat
Güneş, ışıklarını yeryüzüne saldığında pencerenin perdesi savunmasız kaldı. Onun için sokak lambası ve ay ışığı savaşması kolay düşmanlardı. Geceye karşı galip gelen perdeleri gün ışıdığında uyanan genç adam araladı. Yüzünü aralığa gömüp, sabah sabah sokağı yokladı. Gür siyah saçları dağınıktı. Geniş omuzlarından dökülen tişörtü bedenini örtüyor ama  güzelliğini bu örtü gizlemiyordu. Güzel ve genç adam, odaya geri döndüğünde iri siyah gözleri odasında gezindi. Aradığını bulduğunda ise, bir süre baktı ve yüzünü yıkamak için banyoya gitti. Tüm bu anlarda alarm olarak ayarladığı aksak bi’ melodi geriden çalıyordu. (Bir süre)

İç- Gün/Gündüz:İstanbul Üsküdar/ Garip Sokak


(Devam etmeli miyim?)

22 Şubat 2014 Cumartesi

Çatlak Bilye



İnsan henüz çok gençken, kesinlikle güzel bir gelecek hayali kurar. Toplumun ve ailenin öğretiyleriyle  çocuk aklında; düşünceler, beğeniler ve istekler şekillenir. Kimse hiç olamamak ya da yarım yamalak olmak istemez: İşsiz, evsiz-barksız, çocuksuz, karısız-kocasız, üstsüz-başsız... İşsiz bir üniversite mezunu!
İmkanların dahilinde kendini hayata hazırlarsın. Anne- baba kardeş, sülale, komşu, öğretmen, arkadaş, mahalle, şehir, ülke, 80'lerde televizyon, ,90'larda internet, 2000'lerde facebook, youtube... belki kitaplar, belki müzikler belki bir enstrüman... etkilenirsin.
Lüküsss hayat, güzel hayat pompalamalarını sorgulamadan, en derinlerinde arzularayak, herkesin arasına katılırsın. Herkesin istediğini istediğin için rakibin çoktur ve hayat seni sınava tutar. Kullandığı kanallar çevrenle sınırlıdır: (Türkiye) ÖSYM, Üniversite, Dil okulu çeşitli kurumlar ve işyerleri... Hiç olmadı hanenden biri; koca- karı, çocuk, amca, hala, kayın, hısım... Niye öyle? Neden olmadı? Hangi yolu seçeceksin: a, b ya da c.
-Bilye torbasındaki renkli misketler, birbirinin kafasına vurmadan önce, torbayı avuçlayan elin, "bir dost" olduğunu sanır. Oysa o ne kadar yuvarlak, pürüzsüz ve renkli olursa olsun, elin derdi, kendi keyfi için onu fırlatıp atmaktır. Bir bilye ve bir diğer bilye... Bilyenin kalın kafasını kırmak zordur, elin keyfi için oraya buraya fırlar, zıp zıp zıplar durur.-
İnsan düşünüyor mu, insan seçiyor mu, insan yaşıyor mu?
Ulan, el gelmiş avuçluyor, parmaklıyor işte be(!) Sen de ilk avuçlanan olmak için uğraş dur, kafan kırılınca anlarsın gerçekleri...
Köyüne dön gardaş, ince bir çubuk al ve toprağı karıştır, havalansın diye, ele hayrın olacağına börtüye böceğe olsun, sevaptır, Ah bak, kuraklık kapıda... Aşık veysel demiş ya hani, bizi koynuna alacak, sarılıp yatacak olan yar "kara topraktır" diye. Bari serilmeden onun bereketli göğsüne, bi' hayrımız olsun(!)
Off bee offff (!)
Kırmadan önce oturup memuriyet sınavına çalışayım...