6 Nisan 2012 Cuma

Osuruktan Tayyare

Zülküf Ağa, Salih Ağayla bir öğlen saatinde çiftliğinin avlusunda buluştu. Şark köşesindeki havalı sedire kıvırıp bacaklarını oturdular. Yedikleri yağlı yemekler ve haram lokmalar ile büyüttükleri kıçları sediri yeni ısıtmıştı ki; Salih Ağa’nın en gözde kâhyası Süleyman Dayı avlunun kapısında belirdi. Ağalarını rahatsız etmekten korkarak, yüzündeki ezik ve yalaka tebessümle açık alanda seyirdi; bildiği, alıştığı, ait olduğu sedirin köşeciğine ilişti.

“Yüksek bir coğrafyanın en yüksek dağında; derelerin çağladığı, salkımsöğütlerin uzun saçlarını rüzgârın okşadığı, çiçeklerin renk renk açtığı birbirine dayandığı yer yer de kucaklaştığı o yerde arıcılık yapılıyordu. Köyün tabiatı öyle güzeldi öyle güzeldi ki, henüz elde değmemişti. Orayı bir kere gören bir daha unutamazdı. Köylüsünün yanakları aldı, onlarda arılar gibi çalışkandı.” İşte bu şiir gibi köyün Godoş Ağaları, arıcılıktaki son gelişmeler konusunda bilgilenmek üzere Devletin görevlendirdiği mühendisi bekliyorlardı.

Son dönemde TV’de dönen reklam kampanyaları dolayısıyla “bal” Tarım Bakanlığı’nın ilgisini çekmişti. Baldan Irmak, Çağlayan Bal gibi yeni markalar çok düşük fiyatlara kavanozlarca balı pazarlar olmuşlardı. Altın değerindeki bal, aptal reklamlarda pul olmuştu. Hal böyle olunca denetim şarttı, bilgilendirme şarttı!

Zülküf Ağa, eğitim fakültesini yarıda bırakmış, köydeki işlerin başına genç yaşta geçmişti. Aldığı eğitim nedeniyle kendini diğer ağalardan farklı bir yerde görüyordu. Kendi kendini, daha bilgili ve duygulu bir adam olarak algılıyordu. O kendince sağduyulu ve nazikti ve başka pek çok “iyi” şeylerdi!

Edalı bir iç çekiş: “Salih Ağa bu bal işi iyi olmadı. Şimdi gelecek zatı-ı muhterem anlatacak da anlatacak. İş bizim işimiz. Dedelerimizden beri biliriz. Boşa zaman kaybı.”

Salih Ağa, kara ve düz saçlarını yandan ayırıp briyantinle şekillendirmişti; ya da belki
samanlıktaki Sarı Kız saçlarını özenle yalamıştı. Cılız bıyıkları, tos(s)uk suratında fazla ince duruyordu. Konuşurken sesinin tonu hep aynı seviyede ilerlerdi. İnsanların yüzüne bakmadan konuşur, göz göze gelmesi halinde acelesi varmış gibi hemencecik kaçırırdı. İnsanları ezmek konusunda oldukça istekli bir boynu büküktü: Tanrı, sonradan olma sinsi kişiliği yüzünden sanki onu cezalandırmış ve insanlara “…Ya kulum bu sinsidir!” mesajı vermek için boynunu bükmüştü. Çipil gözleri bu nedenden hep altan alttan bakıyordu…

Kahya Süleyman mı demeli yoksa Kukla Süleyman mı? Süleyman, köyde sevilirdi vesselam: Cemaati hoş sohbetiyle toplayıp çevresinde, kelimeleri raks ettirirdi, tütün ve emek kokan köy kahvesinde… Kaytan bıyıklı Süleyman, Badem gözlü Süleyman, Selvi boylu Süleyman… Tatlı dili ona öyle bir kapı açtı ki; tepeden inme, Salih Ağa’nın kahyası olma mertebesine erişti. O günden sonra, Kahya Süleyman, bütün güzel meziyetlerini Salih Ağa’nın kirli emellerine alet etti. İçindeki masum çocuk; belki fark etti, belki etmedi ama uzaktan onu gören köylüler notu çoktan verdi. “Salih’in Süleyman içindeki o neşeli çocuğu, giydiği körüklü çizmelerin altında ezecekti.”

Cemre havaya yeni düşmüş onu ısıtmıştı. Yalancı bahara aldanan kayısılar bir hevesle tomurcuk vermişti. Devletin görevlendirdiği mühendis, uzun yollar kat ettiği arabasından indi. Yüzüne ılık bir bahar yeli vurdu, köyün çiçek kokan havasını kokladı. O an içinde de kır(köy) çiçekleri açtı; güzel hissetti. Bahar sarhoşluğu muydu bu, neydi!?

Salih Ağa’nın evinden içeri girdiğinde avluda oturan beyler ayağa kalktılar. Mühendis, geldiği adresin doğruluğundan emindi ama lafın gelişi ve lafa girmek için “Burası Zülküf Arpacı’nın evi midir?” dedi. Zülküf Ağa en nezaketli hali ve ince sesiyle avluda oluş nedenini içeri davet etti: Salih Ağa genelde o saatlerde tarlada tapanda teftiş de olurdu. Eee maraba (işçi) kısmını, başıboş bırakmak sonra başa sıkıntı açardı, sorun olurdu.

İçeri buyur edilen mühendis kendini takdim etti, sedirin en münasip yerine yerleşti; Çay ikramını severek kabul etti. Biraz muhabbetin ardından dokümanlarını, tanıtıcı broşürlerini çıkardı ve bilgisini beylerle paylaştı. Sükûnet içinde dinlenişi onu mutlu etmişti. Vazifesini yerine getirmenin ve işe yaramanın tesiriyle hafifledi, yükseldi. Lavaboya gitmek için izin istedi. Ağalar baş başa kaldılar.

Salih Ağa, Zülküf Ağa’ya döndü. Kelimeler ağzından telaşsız ve gevşek bir şekilde çıkıyordu: “Osuruktan Tayyare!” Devlet böyle genç kızları mı uzman diye görevlendiriyor? Benim arıcılıktaki geçişim, onun yaşı kadar…” dedi. Zülküf Ağa, Salih’i başıyla onayladı. “Aman dedi. Kırmayız kalbini o kadar yol gelmiş dinleriz, misafir ederiz, sonra da uğurlarız. Sen kafanı yorma Salih Ağa, “Biz yine bildiğimizi ederiz.” dedi.

Hava saatler ilerledikçe ısınmıştı. Broşürleri ellerine alıp Ağalar, gerdanlarını yellediler, havalandılar. Mühendis Hanım, görününce ellerindekini hemen masaya bıraktılar.

Zülküf Ağa, genç hanıma dönerek çok teşekkür etti. “Sizin gibi genç insanların fikirleri bizim için çok önemli. Siz bizim geleceğimizsiniz, paylaştığınız bilgiler çok kıymetli. Muhakkak faydalanacağız. Elimiz kolumuz olacak bu öğrendiklerimiz” dedi.

Salih Ağa, Süleyman Dayı’ya döndü ve talep eden bir ses tonuyla;“Broşürleri al, güzel bir yerde muhafaza et, kaybolmasın!” dedi. Süleyman hemen yerinden doğruldu, ceketini tutarak Ağasının önündeki broşürleri el pençe toparladı.

Salih ile Zülküf göz göze geldiler. Zülküf Ağa’nın kaşı gözü ayrı oynuyordu: Yüzünün her bir parçası ayrı bir anlam taşıyordu: “Bak ne güzel idare ettik. Havaya soktuk, havasını aldık, güle oynaya gitsin şimdi yoluna… Sansın ki kıymetli, sansın ki değerli, sansın ki biz onu dinleriz… Ne karlı ise, biz onu yaparız!” Zülküf Ağa o bir anda işte bu kadar şeyi anlattı. Salih Ağa’da iyi bildiği bu adamı saniyesinde anladı.

Zaman ilerledi, bahar serin yüzünü gösterdi. … Mühendis Hanım, bu anlayışlı, sevecen ve iyi yürekli Beylere konukseverliklerinden ötürü derin sevgisini ve içten teşekkürlerini sunarak bir sonraki görüşmesi için avludan ayrıldı. Memleketinin güzel insanlarına hizmet etmek
için yeniden yollara düştü!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder