8 Haziran 2016 Çarşamba

Tanımadığım Birine


Kimsin sen güzel adam?
Ne saklıyorsun buğulu gözlerinin gerisinde?
Çok mu zordu hayat?
Ondan mı bu kadar soğuk, uzak, karanlıksın?
Hep kendindesin, hep izliyorsun her şeyi uzaktan?
Nereye kadar?
Arkadaş da mı olamayız?
Sesinin tonu gerçek mi?
Yüzün ifadesiz mi böyle gerçekten?
Saklanıyor musun yoksa?
Kimden, benden mi neden?
...
Soru işareti!

1 Şubat 2016 Pazartesi

Hafta Sonu


Deniz insanların konuşmadıklarını duymak konusunda iyiydi. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını 20'li yaşlarının ortalarında öğrenmişti. Üniversite yıllarında en sevdiği Hocası  İrfan, derste sık sık şu cümleyi tekrarlardı: "Alt metni okuyun!" İyi bir gözlemci olmak ve sorgulamak "gerçeğe yaklaşmak" için önemliydi.
Olay örgüleri ve insan ilişkileri ne tuhaftı, söylenenle söylenmek istenen çoğu zaman örtüşmüyordu. Çünkü insanlar korkuyordu: Duygusal ilişkilerde ya da maddi alışverişlerde çıkarları doğrultusunda hareket ediyor, kaybetmeden daima kazanç sağlamak istiyordu. Bu eğer bir sufi, bir Tibet Rahibi ya da Hint fakiri değilsen her insan da ortaktı.
Deniz böyle gözlemlemişti ve kendini de bu çoğunluğun dışında görmüyordu. O da kritik anlar da herkes gibiydi: Kelimeleri çekiştirip sündürüyor asla aklındakini en yalın ve doğru şekilde dillendirmiyordu. Karşısındakinin duymak istediğine en yakın şekliyle ya da çıkarlarına hizmet edecek şekilde kelimeleri dudaklarından döküyordu.
Örneğin:
Onu sevmiyorum demek yerine "Hoşlanmadığım yönleri var." demek gibi.
Ona aşığım demek yerine "Ona karşı bazı duygular besliyorum." demek gibi
Sanki alt metni kim okuyordu ki (!) ya da okuduğunu anlatmaya kim cesaret ediyordu?
İnsanın içi uçsuz bucaksız bir okyanustu ve onun mahsulü olan kelime de her an kaçıp kurtulmaya hazır kaygan ve pullu bir balık...
E. reklam ajansında en iyi niyetli ve en derin bulduğu adamdı. Saf da bir aşıktı ve kesinlikle korkaktı. İçindeki derin okyanusta duygular renk renk yeşerip salına salına büyürken kaygan cümleler kurmak yaptığı şeydi.
Deniz E.nin Ö.ye duygularının farkındaydı: Anlara gizlenmiş mimikler ve jestler, bakışlar ve sesler hislerini ele veriyordu ama kim emin olabilirdi ki? Yine de kocaman bir ACABA! hep vardı.
Bir hafta sonu, güneşli bir kış gününün gecesinde Deniz E. ve Ö.'yü Tunali Hilmi Caddesi'ndeki trafik lambasının hemen altında görmüştü. Lambalar asfaltı sırayla yeşile, kırmızıya ve sarıya boyuyordu. Ö. nün kolu E.ninkine düğümlenmişti. Ağırlığını E.ye yıkmışken Deniz'e yaklaştılar.
Deniz görmekle görmezden gelmek arasında gidip geldi. Çünkü katil olmak istemiyordu. Bu duygulu anın katiline Tanrı bile acımazdı. Karşı kaldırıma geçti ve yoluna gitti. Derken arkasından Ö. seslendi artık görmezden gelemezdi. İçinden bütün suçu ona yıkıp yüzünü sesin geldiği yöne çevirdi.
Ö.  onunla Ajans dışında bir yerde karşılaşmaktan mutlu görünüyordu. Birbirlerine sarışıp hal hatır sorduktan sonra Deniz'i geleneksel hafta sonu buluşmalarına davet ettiler. Bir avuç yakın arkadaş içki içip müzik dinleyecek; sohbet edeceklerdi.
Deniz, adamın duygularını yüzünde görüyordu: Sevdiği kadın konuşurken gözlerini ondan alamıyor her dediğini sükûnetle onaylıyordu. Böyle sevilmek ne güzel bir his olmalıydı ama Ö. hala öyle geride kalanları tesirindeydi ki, yaralarının sızısını duymaya öyle odaklanmıştı ki; karşısındaki taze aşkı göremiyor ya da görüyor ama karşılık verecek duyguları içinde bulamıyordu: İlgiye ihtiyacı vardı ama sevmek ona şimdi çok uzaktı. Geçmişi sırtından atamamışken yeni bir sorumluluğu taşıyamayacak kadar yorgundu.
E. hep halden anlayan bir adam olmuştu, karşısındaki kadının duygularını anlayıp önceleyecek kadar da geniş bir yüreğe sahipti. Yani bir süre daha sevdiğinin yanında belirsizlik içinde kalmakta bir sakınca görmüyordu.
Deniz işte tüm bu sessiz iletişimi kalpten duyuyordu.
Serin Ankara'nın ışıklı yollarından geçtiler. Yer yer az ve yer yer de çok insan gördüler. Yol boyunca bazen sustular ve bazen de saçma sapan esprilere güldüler.
Ö. nün başına gelen o korkunç taciz olayı çoktan geride kalmıştı ama hafızasına kazınmış anılar, bu gecenin içine, o geceden unutulmaz karelerini konduruyor, onu uçurup taa gerilere götürüyordu. Yaşananlar netliğini yitirmiş ama içinde bir yerlerde silik ve duygulu izler bırakmıştı.
Deniz geniş hayal gücü sayesinde metin yazarak para kazanmanın yanında, gerçek hikayelerin kurgusunu da zihninde güzel yapıyordu. Mekan, dekor, kostümler oyuncular ve replikler... geriye sadece canı istediğinde onları baştan sarıp oynatmak kalıyordu: Ö.nün evine doğru ilerleyen yol boyunca duyduklarını kurguladı ve bütün heyecanı ile yeniden izledi fakat bunu yanındaki iki kişi ne bildi ne de kendiliğinden fark etti. Zaten o da kötüyü hatırlatmayı hayatı boyunca sevmedi ve en çok da film izlerken tek olmayı severdi.
Ankara'nın ilikleri donduran soğuğundan merkezi ısıtma sistemiyle ılınmış teras katındaki eve girdiler. Henüz onlar eşikten girerken, içeriden genç insanların güzelliği ve neşesi sel olmuş kapıya doğru akıyordu. Mis gibi pişmiş tavuk kokusu ve herkesin elinde ucuz şarap dolu bir kadeh... Oradaki kimsenin pahalı bir içkiye verecek parası yoktu ama feodalizmin en parlak dönemlerinin yaşandığı Ortaçağdaki krallar ve prenseslerden daha lüks içinde ve en az onlar kadar mutlu oldukları kesindi. Soğuktan hemen sonra sıcakla buluşan tenlerde kan hızlı akmış ve yüzleri pembeleştirmişti; üstüne üstlük yemekten hemen önce içilen bir kadeh şarapta o pembeyi koyulaştırıp güzel bir ton vermişti. Gevşeyen bedenlerden gençlik taşıyordu; o  an her şey güzeldi Dünya bile!..
Deniz, hafta içi gergin ve sessiz iş gören arkadaşlarının özel hayatlarında ne kadar keyifli ve gürültülü insanlar olduğunu görmekten mutlu oldu. Fonda kısık bir sesle 80'lerin meşhur The Doors grubundan "Teachers çalıyordu. Melodinin içine dolduğu görüntü Deniz'i düşündürdü: Aslında o odadaki her biri "Gerçekleri kabul edip boyun eğmiş asilerdi."
İsyan bayrağını indirmiş ve zorlu varoluş savaşında hayatla ateşkes imzalamışlardı: Zamanlarının çoğunu istemedikleri ilişkiler içerisinde ve savunmadıkları düşüncelere hizmet ederek geçirseler de şimdi öyle değildi. Şimdi, canları ne isterse yapacaklardı. Zaman ve mekana hapis olmadan, mecburiyetten uzak, tercih ederek ve isteyerek orda kalacak, istediklerini istedikleri kadar yaşayacaklardı.
Müzik ve kelimeler birbirine karışıyordu ve Deniz hiçbir şeyi net duymuyordu. Bu anlamsız ses ona özgür olduğunu söylüyordu. O da bu anlamsızlığın içine dahil olabilirdi. Şimdi kural, kalıp, görev, yasak... defterinden silinmişti. Yeni bir sayfa açmak için hevesli, özgürlüğü iliklerinde hissetti.
Cepleri boş, ruhları zengin insanlarla; sohbet-muhabbet, yemek-içmek, müzik dinlemek-dans etmek... Dünü unutmak yarını düşünmemek.
Salon açık renge boyanmıştı, eski moda iki kanepe karşı karşıya yerleştirilmiş; camın hemen önündeki kalorifer peteklerinin önüne gelişi güzel puflar dizilmişti.  Karlı Ankara günlerinde bu sıcacık yerden manzarayı izlemek kimbilir ne keyifti. Çok geniş olmayan kare şeklindeki odaya bir küçük kare daha eklenmişti. Yuvarlak yemek masası ve onu çevreleyen  dikdörtgen sandalyeler buraya yerleştirilmişti. Buzdolabında muhtemelen her ne varsa cömertçe masaya dizilmiş, yemekler ve içecekler gösterişten uzak ama özenli sunulmuştu.
İlerleyen saatlerde misafirler masadaki yerini aldı.
Deniz, dakikaların tadını çıkarıyordu. Herkes içkiyle gevşemiş, E. ise sarhoş olmuştu. Zavallı E.nin aşk acısı kalbinden yükselip başına vurmuştu. Duyguları içinden taşıyor, gözünde yaş olmuş dışarı akıyordu.
Görenler müzikten sandı ama Deniz iyi biliyordu: Kalbindeki ateş büyümüş içini kaplamıştı. Dört bir yanına sıçrayan, kıvrıla kıvrıla oynaşan alevler tüte tüte raks ediyordu. Ateş bacayı sarmıştı.
E. orta boylu ve dolgun bir görünüme sahipti. Her zaman yüzünde yumuşak bir ifade taşır, sesini kontrollü kullanırdı. Deniz erkeklerin ağlamasından hiç hoşlanmazdı ama bu adamın etli yanaklarından süzülen gözyaşları belki bu özellikleri yüzünden ona hiç itici gelmedi. Hatta E.ye yakınlık duydu. Gözyaşları o an için birer inci tanesini andırıyordu. Okyanusun derinliklerinden çıkarılmış kıymetli taneler Ö. için bir anlam ifade etmese de Deniz insani bir zaafla kıymet vermekten kendini alamıyordu: "İçeride ateş olan duyguların, dışarı çıkar çıkmaz suya; sudan da inciye dönüşmesi ne büyük bir mucize idi!"
Geriye kalanlar E.yi susturmaya çalışmadı, onlarda kendilerini yaşıyordu. Kimisi birbiriyle sohbet ediyor, kimisi yemek yiyip içki içmeyi sürdürüyor bazısı da Deniz gibi olup biteni izliyordu. Gözler aynı yöne baksa da akıllardan geçenler başkaydı çünkü her insan ayrı bir Dünyaydı. Gözyaşının da anlamı anılarda saklıydı. Deniz sevinçten gözyaşı akıttığı anların tenhalığından şaşkına dönmüşken düşünmeye devam edip kalabalık kederlerin kadını olduğunu anladı. Aşk acısı yüzünden ağladığı zamanların uzunluğuna hayret ederek şimdi kendi için hiç bir anlam ifade etmeyen aşk geçmişinin hesabını yaptı. Bir adam ve parmaklarıyla sayamayacağı kadar çok kederli anı vardı. Onu yeniden hatırlamıştı ve bu hiç hoşuna gitmedi; daha fazla zamanını çalmasına izin veremezdi; Bu yüzden onun hayalini, temizlik yaparken eşikten giren sokak kedisini çalı süpürgesiyle kovan bir ev kadını gibi defetti. Kuyruğuna baka baka giden hayalin kırıntılarını da özenle süpürüp dışarı attı.
 Ö. ev arkadaşıyla birlikte masadan eksilenleri tamamlıyordu. E.nin ağlamasına alışkın görünen bir ifade takınıp işini yapmayı sürdürüyor ve sanki acıdan uyuşmuş beynini onun için yormuyordu. Gözlerinin gördüğü hiçbir olumsuz manzara beyninde yer etmiyordu. O hayata karşı netti: Artık yeri yoktu!
Deniz ise şarabını ufak ufak yudumlarken ilgisini çeken bir şey gördüğünde yaptığı gibi gözlerini cin gibi açmış E ile Ö arasında gidip geliyordu:  "İnsanoğlu değmeyecek şeyleri önemsemek ve böyle şeylere canını sıkmak konusunda son derece başarılıyken değerli olanı görmezden gelmek ya da görmek ve önemsememek konusunda da bir o kadar başarılı." diye içinden geçirmekten kendini alamadı.
Ö. karınları doyan ve içkiyle çakırkeyif olan arkadaşlarına yerinde bir öneride bulundu. Yerindeydi çünkü böylece gözlerinden yaş eksilmeyen "arkadaşını da" susturabilecekti.
~ Geceye bizim mekanda devam edelim mi?
Her hafta sonu dini bir ritüel gibi tekrarlanan gece gezmesi, yepyeni bir şeymiş gibi hevesle karşılandı.
O yere, her hafta değişik insanlar doluyor ve küçücük mekan ışıklar, müzik ve kalabalık sayesinde geniş ve heyecan verici algılanıyordu. Tabi, müdavimleri için sözleşmeden gidildiğinde dahi dostlarla karşılaşılıp kaynatılacak da bir yerdi. İşte o yer; Bir buluşma noktası, bir müzik ve insan keşif alanıydı.
Deniz, daha bahçesinden girerken tıkış tıkışlığında kaybolduğu ve içerisine adımını atar atmaz da kendini bulduğu mekanda, bir hayalet endamıyla süzülüp etrafını izlemekten sonsuz bir keyif alıyordu. O ileri derecede miyoptu ve sosyal hayatında gözlük kullanmayı uzun süre önce bırakmıştı. Dışarıda gördüğü fulü dünyada ayrıntıdan eser yoktu. Çapkın bakışları, alaycı mimikleri... seçemediği için istediği gibi davranabiliyordu. Onun gözlerinden kendi de bütün ayrıntılarıyla görünmüyordu; sadece belli belirsiz seçiliyordu. İşte bu dünya algısı, onu rahatlatıyor, istediği gibi eğlenebiliyordu.
Doğuştan gözlemlemeyi seven ve empati yeteneği gelişmiş Deniz için mekandaki insanların karakter haritasını çıkarmak ve birbirleri arasındaki ilişki ağını kurmak hiç zor olmuyordu. Karanlık bir ücra yerde antenleriyle yolunu bulan Petek Böceği gibi o da yaradılıştan yetenekliydi. Görmek için keskin gözlere ihtiyaç duymuyordu. O seziyordu.
Nasıl anladın? Nerden biliyorsun? sorularına karşılığı "Bazen bilmek için görmek (kanıt) gerekmez." oluyordu.
Cılız bedenini doyurmaktan aciz Deniz, şişman ruhunu mekana sığdırmakta zorlanıyordu. Tecrübe ettiği Dünya; ne çeşitli; en dokunan ve en vuran cinstendi. Tanımadığı ruhların karanlıkta dansları onu girdap gibi içine çekiyor ve hisler denizinde nefessiz bırakıyordu. Onca insan bedenlerinden soyunmuş saf enerjiye dönüşmüştü. Değişerek sonsuza kadar yaşayacak bir enerji topluluğu. Deniz'de değişiyordu: Katıyken eriyor; maviden pembeye dönüyordu. Dünyanın omuzlarına sertçe bıraktığı yükü karanlık bir köşeye çaktırmadan koymuş gibi hissediyordu. Pembeyken yaşamak ne güzeldi ve erimişken ve artık hafifken...
Kedinin renkli yumaklarla flörtü; yırtıcı tırnak darbeleriyle uysal patu vuruşlarını nasıl buluşturuyorsa; insanla, kedinin yumakla oynadığı gibi oynayan Tanrı'da önce tokatlıyor sonra peşi sıra okşuyordu: Deniz'in bütün hafta boyunca iş stresinden kaskatı kesilmiş boynu gevşemiş, kırıla kırıla ritim tutuyordu. Bu esnada gözleri de enerji yumaklarına dikkat kesilmiş kalpten izliyordu: E.nin rengi açılmıştı ve eğlendiğini görmek güzeldi. Ö. de yüzüne kuş gibi bir gülümseme kondurmuştu. Deniz yarın işyerinde bir araya geldiklerinde biliyordu: E. yeniden melankolik adam olacak ve Ö'de derin kederine gömülecekti ama şimdi onların yumuşak enerjilerini hissetmek iyiydi.

Gecenin sonunda herkes içkiden ve eğlenceden yorgundu. Evlerine dağıldılar. Bir hafta sonu da böyle geçip gitti.

19 Ocak 2016 Salı

Hafta Başı


Yaz en tatlı yüzünü göstermişti. Herkes sıcaklara eşlik etmiş ve güneşi gören çiçekler gibi  açılmıştı. Erkekler bol cepli şortlarını üzerlerine geçirmiş kadınlarsa etekleri, askılı tişörtleri, ifil ifil elbiseleri dolaplardan çıkarmıştı. Değişiklik, havada da olsa giyindiğin çulda da olsa iyiydi. İnsanın sıcak bir yaz gününde esen ılık rüzgarı teninde hissetmesi ne kadar güzel bir histi.
Ö. nün en sevdiği mevsim yazdı. Kendini daha özgür ve mutlu hissettiği bu zamanlarda arkadaşlarıyla buluşup içki içmek ve eğlenmek iyi geliyordu. Hafta içi bazen işten çıktıktan hemen sonra ve hemen hemen her haftasonu kendini ışıklı caddelere vuruyor, barlara atıyordu. Ve dinlenmek için kendine ayırdığı zaman neredeyse hiç yoktu. Çünkü ona göre dinlenmek için çok gençti.  Yaz gecelerinde sokaklar çiçek kokarken ve ay bulutsuz  gökyüzünden ışıklarını saçarken yaşını almış bunaklar gibi koltuğun üzerinde ve televizyonun hemen karşısında pineklemek iş değildi. Kanı kaynıyorken henüz hayatın tadını almalı, bal kavanozundan parmaklamalıydı.
Kanı hızlı akıyor, yaşıyordu. Arkadaşları nasılsın Ö.? diye sorduklarında en çok "Yorgunum."diye yanıt veriyordu. Eğlenceden hemen sonra tatlı yorgunluk iliklerine işliyor, yatağına uzandığında ayak bileklerinden sızıyordu. Ertesi gün iş yoksa öğlene kadar yatıyordu. Sonra sıkı bir kahvaltı ve kahveyle kendini iyi hissediyordu. Böyle yoğun gecelerin sabahında işe gittiğindeyse en çok kullandığı iki kelime "iyi değilimdi."
Ö. A.nın reklam ajansında müşteri temsilcisi olarak çalışıyordu, bazı günler telefonlar aralıksız çalıyor ve cahil müşterilerin kendini bilmez istekleri bitip tükenmek bilmiyordu.  Aynı odayı paylaştıkları muhasebeci hanımla iki ayrı kutup gibiydiler ve ona da katlanmak zorunda olmak yorgunluğunu ikiye katlıyordu. Birlikte çalan iki ayrı telefona cevap vermeye çalışırken telefon tellerine sıkışıp kopan boynunu, masasının üzerinde kanlar içinde zıplarken hayal ediyordu. Kopmuş başını telefonla konuşmaya devam ederken düşlüyordu. Süslü oda arkadaşı işini bitirdikten sonra internetten moda bloglarını takip etmek yerine çalan telefonlardan birine yanıt verse incileri dökülürdü. Tabi Çok Değerli Hanımefendinin boyalı ve yapılı saçlarını, ojeli tırnaklarını da hesaba katarsak zaten onun telefona bakmak gibi basit bir işi üstlenmesi yerinde olmazdı.
Ö. bu durumu A. ile daha önce konuşmuştu. Defalarca kez işe yetişemediğini ektra işler yapmaktan yorulduğunu takibini yaptığı müşteriler dışındaki telefonlara daha fazla bakmak istemediğini söylemişti. Müşteri temsilcisi miydi yoksa sekreter miydi belli değildi. A. bir personele daha para vermemek için işi resmen Ö. nün üzerine yıkmıştı.
Günlerden bir gün ne kadar yorucu bir durumda olduğunu patronuna göstermek için İki telsiz telefonu da peşi sıra çalmaya başlayınca, onları kaptığı gibi A.nın odasına koşmuş ve "Hemen şimdi aynı anda iki telefonla da konuşmayı başarırsan seni bir daha bu hususta rahatsız etmeyeceğim." demişti. Patron şaşkınlığını gizleyememiş ve bu güçlü anlatım karşısında afallamıştı. Söz, bazı zamanlarda durumu anlatmak için eksik kalıyor işte böyle zamanlarda hareket devreye giriyordu.
Bu davranış karşısında kalkanlarını kuşanmakta geciken A., "haklı olduğunu" oda arkadaşı ile konuşup telefonlara bakmasını rica edeceğini söylemişti. Tavuskuşuna emredilemezdi tabi ona sadece rica edilirdi. O renkli kuyruğunu açıp göstermesi A.nın yumuşaması için yeterliydi. Boyayla badanayla işini götüren kadınlardan hiçbir zaman olmamıştı ama böyle anlarda kör talihine küsüp sövmeden edemiyordu. Tanrı onu neden böyle cilve yoksunu yaratmıştı! Yalakalık yapmayı da hiç beceremiyordu. Düşüncelerinden utandı sonra şükretti: "Eksikti ama eğri değildi."
Hayatta vazgeçmemesi gerektiğini öğrendiği insanlık özellikleri vardı: Onur gibi. A.nın sempatisini kazanmak ve iş koşullarını iyileştirmek için kadınlığını kullanmaktansa ölmeyi yeğlerdi. Ki hiç de fena sayılmazdı. Beyaz tenli, balık etli ve kızıl saçlıydı. Üstelik güzelliğinin de farkındaydı. Erkeklerin vücut dili, erken yaşlarından beri ona çekici olduğunu anlatıyordu: Karşısında yüzleri şişen, göz bebekleri küçülen, dudakları edepsice yukarı bükülen çok adam görmüştü. Ama o sadece birini sevmişti.
Ankara'ya ilk geldiği yıl aynı kampüste Tıp okuyan S. ile tanıştığında onun hayatının erkeği olacağını anlamıştı: S. çirkin, zeki ve yetenekliydi. Bir müzik grubunda gitar çalışyordu, içmeyi seviyor ve çok konuşuyordu. Hareketli bir insandı ve ruhunun ritmi Ö.nünkine uyuyordu. Sanki aynı kişiydiler. Birbirlerinin aklından geçeni konuşmadan anlıyor her dakikayı yanyana yaşıyorlardı. İlk birlikte olduklarında sonsuza kadar onunla olacağına emindi ve ilk bebeğine hamile kaldığında henüz yuva kurmak için çok erken olduğundan fasülyenin karnından düşüp gitmesine razı gelmişti. S.nin yutturduğu küçük bir hapla evde bebeğini düşürmüştü. Çektiği acıyı, olayı her hatırlayışında yeniden yaşıyordu. İnce bir sızı karnına yerleşiyor ve sonra içinde büyüyerek yayılıyordu... Yattığı yerdeki beyaz çarşafın nasıl kırmızıya döndüğünü anımsıyordu. O günden sonra ne zaman beyaz ve kırmızı renkleri bir arada görse içi allak bullak oluyor; ateşi çıkıyor, elleri buz kesiyordu.
6 yılı birlikte geçirdiler. Aileler tanıştı, nişanlandılar. Bir yılda nişanlı kaldılar ve evlenecekleri güne çok kısa bir zaman kala S. başkasını sevdiğini söyleyerek ondan ayrıldı.
Şaka gibi!
Hastanedeki hemşireyle işi pişiren sevgili, çekip hayatından öylece gidiverdi. İnandığı her şeyin sadece kendi kurgusu olduğunu fark ettiği an terkedildiği andı. Sonsuza kadar mutlu yaşamak ne büyük bir ütopyaydı. Ona nasılsın? diye soranlara "İyi değilim" demeye işte o gün başladı.
O günden sonra müziği, içkiyi ve geceleri daha çok sevdi. Gevşemek ve unutmak için arkadaşlarına ve gecelere sığındı. Bir daha onu konuşmadı çünkü bütün iş arkadaşları ve dostları olup biteni duymuştu, bildiklerini biliyordu ve bu da durumunu anlatma zahmetinden onu kurtarıyor ve acısını yaşaması için ona kolaylık sağlıyordu: Aşırı davrandığında, haddini aştığında, sustuğunda ya da çok konuştuğunda, terslediğinde... biliyorlardı: O acı çekiyordu ve tüm bu huysuzluklarının nedeni de yediği bu büyük kazıktı.
Şükürler olsun ki; sığındığı insanlar, anlayışlı insanlardı! Onlarda başka başka nedenlerden kazığı tatmıştı ve acıyı tanıyordu.
A. bile zaman zaman diğerlerine gösterdiğinden daha fazla tölerans gösteriyordu. Ama işten erken çıkmak bunlardan biri değildi. Herkesle birlikte geç saatlere kadar çalışıyordu.
Yaz günü günler uzamıştı. A. Daha çok çalıştırmak için ek zaman kazanmıştı. Yetiştirilmesi gereken işler vardı; saat akşam on civarı kepenkleri kapadılar. Sıcak bir gündü. Ö. ve iş arkadaşı E. birlikte işten ayrıldılar. Otobüse bindiler ve büyük şehrin kıvrılan yollarından yan yana aşağı indiler. Otobüs yolculuğu Ö. için tamamlanmıştı E içinse 45 dakikalık bir metro yolculuğu daha vardı.
Ö. Hafta sonları insanlarla renklenen Kızılay'ın hafta başı griliğini hiç sevmiyordu. Koca meydanı bir başına yararak evinin olduğu yöne yayan ilerledi. Serin hava etini okuyor, eteğini havalandırıyordu. Esintide yürümek iyi gelmişti, yalnızlık da.
Ah bi'de şu kötü anılar olmasa...
Kızılay'dan Cebeci'ye yürüyerek 30 dakikalık mesafeyi anılarında kaybolmuşken aldı. Ayakları onu evinin hemen hemen önüne getirmişti. Birden arkasında bir karartı farketti. Sokak lambasıyla aydınlanan yolda adamın gölgesi gölgesinin üzerine düşüyordu. Korktu, adımlarını hızlandırdı. Bir yandan çantasındaki anahtarı arıyor bir yandan yürüyordu. Apartmanın önüne geldiğinde anahtarı kapıyı açmak için hazırdı. Kilide onu soktu, kalbi çarpıyordu, çevirdi ve kapı açıldı. Ağır demir kapı ağır ağır kapanırken o koşar adımlarla merdivenleri tırmanmaya başlamıştı ki, "yabancı el ayak bileğini kavradı." Sapık derin derin nefes alıyordu. Onu aşağı çekmeye, çekerken de eteğini yukarı sıyırmaya başladı. Sapığın eli bacaklarında sert bir şekilde geziniyordu. Ö. soğuk merdivenin üzerinde otomat kapanmış ve onları karanlıkta bırakmışken çığlık atmaya ve çırpınmaya başlayınca, sapık panikleyip Ö.nün kiloduna henüz asılmış pis elini de alıp kaçtı. Hepsi topu topu 15 saniye sürmüştü.
Sesi duyan bir kaç kapı açıldı, apartmanda yankılanan sesler iyi olup olmadığı soruyordu. "İyi değildi" ama bu sefer "iyiyim" dedi. Kimseyi yakınında istemiyordu; sorulara cevap vermek de. Yerinde doğruldu; otomat yandı, eteğini iyice düzeltti ve bacaklarının arasında sıkıştırdı. Bir süre soğuk betonun üzerinde öylece oturdu, yaşadığı şeyin ne olduğunu, ne hissettiğini bilmiyordu; donup kalmıştı, bomboş hissediyordu. Sonra kızaran ayakbileğini gördü, inceden sızısını duydu. Otomat ince bir tık sesiyle kapandı ve o karanlıktayken dank etti. Tecavüze uğrayabilir, bıçaklanabilir, ölebilirdi.
Sessizce ağlamaya başladı, hiç susmayacakmış gibi ağlıyordu. Ayağa kalktı hareketin etkisiyle otomat yeniden yandı. Avuçlarının içi çizilmiş derisinden kan sızıyordu. Yaşadığı ani şokun etkisiyle sinirleri gevşemişti ayakları vücudunu taşıyamayacakmış gibi hissediyor küçük ve temkinli adımlarla merdivenleri tırmanıyordu. Teras katındaki evinin önüne geldiğinde beş katı o titrek bacaklarıyla çıkabildiği için şükretti.
Kapının bacaklarına elleriyle dayandı ve bekledi. Zile basarak ev arkadaşını uyandırmakla titrek elleriyle kapıyı açmak arasında gidip geldi. Saat geçti, kimseyi uyandırmak da kimseye bir şey anlatmak da istemediğini farketti. Anahtarıyla eve girdi, karanlık kolidorda ilerledi ve kendini yatağına usulca bıraktı. Bacaklarını karnına çekip kendi kendine kapandı. Kollarıyla bedenini doladı. Kimse yoksa kendisi vardı şu hayatta. O gece yorgun ve hırpalanmış canına sarılıp uykuya daldı.
...
Karanlık odasında büyük bir ışık parlıyordu. Onu koruyan Mikail meleğin ışıklarından gözleri kamaştı. Hiç korkmadı, saf nurdan yaratılmış Kutsal Mikail'in yaşadığı ağır deneyimin mükafatını vermeye geldiğini anladı:  Ö. ona doğru yürüyordu, odası o yürüdükçe büyüyor adım attığı yol uzuyordu. Parmak ucuyla meleğine dokunmayı deniyordu. Bir dokunuş kadar yakındı ama yetişemiyordu. Meleğin onu götürdüğü yerden habersiz, içinde sonsuz bir teslimiyet hissiyle ilerliyordu. Dünyanın Allah'ın hikmetiyle 7 günde oluşunu izleyen bu büyük güzellik onu nereden almıştı ve nereye bırakacaktı? artık düşünmüyordu. Odasında mıydı, yerde mi gökte mi? Ayakları yere basıyor muydu yoksa kanatlanmış uçuyor muydu? Ölmüş müydü yaşıyor muydu?
Ö. Meleğine şiir gibi konuşmaya başladı:
Al beni dedi Meleğim, al ve götür.
Bak! dünya yeri ateş topu,
Yanıp, küle dönmeden ben,
Sıyır etimden, ışığımı sök kalbimden.
Kendine kat beni, içinde büyüt.
Annemin yumuşak karnı gibi, sarmala.
Nefes almıyorken atsın kalbim.
Bak! yaşayamıyorum burada.
Ait değilim ki bu yangın yerine.
Kara bulutlar çöküyor üzerime.
Her an biraz daha zor nefes almak.
Ben senin kızıl çiçeğin.
Aydınlığına susuyorken karanlıkta soluyorum.
Sen benim güneşim.
Yüzümü ışığına döndüm, Öyle parlaksın ki bakarken yanıyorum.
Yokum seninleyken,  ben de Melek oluyorum.
Oh(!) ne tatlı bir hafiflik, ne derin bir mutluluk.
İnce bir ışık huzmesiyim her yere konuyorum.
Dünyanın yedi katını yedi renge boyuyorum.
Ah Hayalim, öyle hafifledim! öyle hafifledim!
Dilerim Allah'tan, Doğmasın gün!
O karanlık yüzleri gözüm görmesin!
Yoksa satarım ruhumu şeytana, katilim olurum.
Yürürken bedenim karanlık sokaklarda ben kavrarım baldırları,
ben avuçlarım masumların kalçalarını...
Irzlarına geçerim ayaküstü.
Masum gözlerle yüzüme bakar, katilleriyle tanışırlar.

Ö. nün gözünün önünde yaşadığı karanlık gecenin görüntüleri belirmeye başladı. Kutsal Melek bir dokunuş uzağındayken ışık hızıyla geriledi ve çekilip gitti.
Karanlıktaydı yeniden, kendine yukarıdan bakıyordu: Gecenin koynundaki solgun odasında, kendini yatağının üzerinde çırıl çıplak oturuyorken gördü. Başını yere sarkıtmış, sanki ince urgandan bir ilmiğin boynuna geçirilmesini bekliyordu... İçinde korku ve isyan duygularını birlikte duydu. Çığlık atmak isterken uyandı!
Yatağından terler içinde uyandığında güneş çoktan doğmuştu. Lanet olasıca güne başlamalı, o boktan işine gitmeli ve yaşamaya devam etmeliydi! Gününü, çocuğu elinden alınmış şefkatli bir annenin, ıssız sokaktaki soğuk ve karanlık bir köşeden, gecenin bir vakti çocuğunun odasını izlemesi gibi izleyecekti: Gün; derin, duygulu ve yorgunken geçecekti. O yapayalnızken insanlar olacaktı etrafında. Ne yaşadığını bilmeyen, bilse de çok önemsemeyen ama -miş gibi yapmayı iyi beceren, yoğun mimikler ve boş gözlerle onu izleyen bir grup insan. Artık, kim samimiydi kim samimiyetsiz? kestiremiyordu. Sanki bütün dünya düşmandı ona ve onun hiçbir şeyi kaldırmaya gücü yoktu. Tükenmiş uyanmış, düne nefreti yüzünden bugününü kurban etmişti.
Kendini ölü gibi hissederken giyindi. Temizlenmek istemiyordu o yüzden sararmış yüzünü suyla ıslatmakla yetindi. Aynada gördüğü yüze uzunca bakıp kendini tanıyamadı. Çok soğuk bakıyor gözlerinin hemen altındaki mor halkalar ısıyı daha da düşürüyordu.  Eskiden onun olan sıcak bakışlardan eser kalmamıştı. Kimdi bu kadın ve ondan ne istiyordu? Bir an kendinden kurtulmak istedi, nasıl yapabileceğini düşündü: Aynayı kırıp bileklerini kesebilir, gazı açıp pencereleri kapatabilirdi... Sonra vazgeçti, henüz katil olmak için çok gençti. Aynadaki kadınla yaşamaya devam edecekti.
Yeni iş gününde yeteri kadar dinamik olamayacak sevgili patronunu ve akıllı müşterilerini memnun edemeyecekti. Yine de gitmeliydi. A. ya telefon açsa yaşadığı gecenin zorluğunu anlatsa anlar mıydı ki! 15 saniyelik küçük bir saldırı anı işe gitmemek için mazeret olamazdı. Sonuçta ne tecavüze uğramış ne de ölmüştü.
Apartmanın kapısından çıkarken saldırıya uğradığı merdivenleri henüz çiğneyip geçmişti. Kötü anıları film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Berbat hissediyordu ama kendine gelmeliydi. Derin bir nefes aldı ve hergün işe gitmek için yaptığı gibi yola koyuldu. Sanki ağır doz sakinleştirici ile uyuşmuş gibiydi. İçi yine bomboştu.
Ajanstan içeri girdiğinde çalışma arkadaşlarını giriş kapısının hemen karşısındaki mutfakta çay içerlerken buldu. Sıcak puğaça kokusu mutfağı doldurmuştu. Onların arasında kendini güvende hissetti. Tanıdık yüzler görmek iyi gelmişti. İlk selamlayan ve hatır soran" Deniz oldu. Ö. bir an durdu, gözleri ıslandı ve titrek sesiyle "İyi değilim." dedi.
Deniz'in gözleri büyüdü, yüzü gerildi. Bu sefer ki "iyi değilim!" daha başkaydı.
Gel Ö. dedi. Gel ve anlat, neyin var?
E'yi kovup mutfaktaki en güzel köşeye oturttu onu. L. Ö. için bir bardak sıcak çay koydu. Önce mutfaktaki üç kişi ardından diğerleri Ö. nün yüzüne birer birer dikkat kesildiler. Çünkü o yüz, sessizlikte konuşuyordu: Korku, endişe, heyecan ve en çokta derin bir hazımsızlık. Ö. henüz yaşadıklarını kabullenmemiş ve içindeki huzurlu mezarlığa gömmemişti!
Mutfak susunca Ö. sakince anlatmaya başladı, gözlerini elindeki çay fincanından ayırmıyordu, kızıl saçları önüne düşmüş yüzünün yarısını örtmüştü. Sakin ve üzgündü.
Gözlerini bu perişan görünen kızıl güzele çevirmiş ahali, duyduklarına inanamıyor; bebeklerİ kımıl kımıl kımıldıyor, zaman içinde büyüyordu.
Ö, demli çayından bir yudum almak için ara vermişken burun delikleri kan kusmaya başladı.  Herkes dona kalmıştı; zaten bu yaşanılanlara bu sukünet fazlaydı. Kızmızıya boyanmış yüzünü elleriyle örten Ö, dün geceden sonra ilk defa ağladı. Kan, gözyaşı ve terle ıslanmış bedenini pelte gibi sandalyeye bıraktı ve bütün temizlik işlerini ahaliye bıraktı.
Kulaklarında Lana Del Rey'in "Shades Of Cool" şarkısı çalıyor etrafını ise Tarantino filmlerindeki gibi kırmızı ve bulanık bir filtrenin gerisinden görüyordu. Dramatik bir anda, hafiflemiş hissediyordu.
...
Patron ofise geldiğinde Ö. yü temizlemiş ve odasına yerleştirmişlerdi. A. için yeni ve güzel bir gündü. Enerjik ve mutluydu; hemen arkasından ofisi koklayarak, kuyruğunu sallayarak  ve dilini sevinçle dışarı sarkıtarak güzeller güzeli de girdi. O an, ordaki en güzel ruh hali onunkiydi. Ö. nün başına gelenleri anlatmak görevi Deniz'e verilmişti.
A. duyduklarına üzüldü ve Ö.ye bir hafta izin verdi tabi bu bir hafta boyunca onun işlerini de Deniz görecekti. Her iki tarafında mutlu eden bir anlaşma olmuştu. Bir hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçecek ve Ö. her şeyi hazmedip kendini tamamen yenilemiş olarak geri dönecekti.

Kötü anıları silmek için bir hafta yeterli bir süreydi!

Sıcak Bir Ankara Gününde

Deniz, güneşin yaktığı asfalttan çıkan buharları izleyerek yürüyordu. Blue Jean ve beyaz bir tişört giymişti. İnce bedenini sımsıkı saran pantolon yüzünden içi sıkışıyor nefes alırken zorlanıyordu. Az nemli hava rahatlık veriyor ama güneşi daha çok hissettiği için yanıyordu. Sonra aklına bir şeyler geldi artık düşünceler vardı; uçuş uçuştular. Onu kendinden geçiren, gerçekleri gözlerinin önünde kaldırıp savuran hayallerin içinde salınıyordu. Güneş silinmişti o an, asfalttaki buhar ve onun olan ayaklar... İlerliyordu: Nereye, kime, neden?
Kısa adımlarla yürüyordu. Hiç yorulmayacakmış gibi hiç acıkmayacakmış gibi yürüyordu.
Hayaller ne de güzeldi. İçindeki iki odalı evin duvarlarını yıkıp genişleten bir de denize doğru geniş bir veranda ekleyen hayaller olmasa sıkıntıdan ölebilirdi: Zehirli bir öpücük, Vahşi bir gülüş, Asi bir yanıt, Edepsiz bir ima, Gaddar bir aşık, Deli bir arkadaş... Hayallerde abartılı ve tehlikeli olan her şey çok keyifliydi.  Sıradan hayatını hayalleri olmadan nasıl renklendirirdi?
Bir film karesi geldi gözlerinin önüne, sonra en sevdiği şarkıyı işitti kulakları... Daha hızlı atmaya başladı adımlarını. Büyük binaların hemen önünde uzanan kaldırım bitmeden biri tuttu kolundan.
Geri gelmişti!
Arkasını döndü L.ydi. Onu yaklaşık iki yıldır görmüyordu. En son A.nın ofisinde iki çalışan olarak bir aradaydılar ve zaman ne çabuk geçmişti. Birbirlerinin yüzüne baktıklarında orda geçirdikleri günleri hissettiler, hatırlamak içinse çok kısaydı zaman.
L.nin kollarında sarışın bir oğlan çocuğu vardı. Çok güzel bir bebekti; annesi kadar güzel ve babası kadar sarışın... Deniz gözlerini bebeğe dikti. L. benim dedi. Kızardı yanaklarında taşıdığı elmalar... O an mutluluk hem görünüyor hem de duyuluyordu.
 Deniz dedi ki: Onu ne çok bekledin. Vay be vay be(h)... Hadi gel şurada bir kahve içelim.
... Deniz soruyor L. anlatıyordu. Çalışırken içinde tuttuğu bütün duygularını artık dile getirebilirdi, kaybetmekten korkmuyordu. O işyeri onun için maziydi; geçmiş gitmiş hikâye olmuştu.
Deniz karşısında oturan kadına baktı: Yolları geçmişteki günlerde tıpkı o gün olduğu gibi kesişmişti. İşyerindeki sıkışık odaların içinde birlikteydiler. Mekan ve insanları paylaşmışlardı ama hikayeleri başkaydı:  Eski günleri andılar. O zamanlar fark edip birbirlerine itiraf edemediklerini konuştular.
Diller çözülmüştü. Özgürdüler!
Özgürlük ne güzel bir histi: Son model bir arabayla geniş ve boş bir otobanda hızla yol almak gibi, Uçsuz bucaksız bir denizde büyük kulaçlar atarak yüzmek gibi, Yabancı bir ülkede kalabalık bir caddede yürürken kendi dilinde yüksek sesle konuşmak gibi, Tanımadığın bir düğünde halaya girip orada nefesin kesilinceye dek kalmak gibi...
İki kadın hızını almakta zorlanıyor, birbirlerinin sözünü keserek konuşmayı sürdürüyorlardı. Ortam kelimelerin etkisiyle ısındıkça ısınıyordu.  Serinlemek için soğuk meşrubatlar içtiler ve oturdukları yerdeki diğerlerini rahatsız etmemek için alçak sesle konuştular. Diyalog belirli bir ritim eşliğinde ilerliyordu. Aralarındaki ritim aksadığında ise susmaya karar verdiler ve ayrıldılar.
Deniz eve dönüş yolunda L. nin anlattıklarını düşündü. Nasıl hamile kaldığını öğrenince şaşkınlığını gizleyememişti. Sen onca ay tedavi gör sonra işten ayrılır ayrılmaz hamile kal! olacak iş değil. Stres adamı hasta eder diye boşuna demiyorlardı. O sıkıntılı ofis ortamından kurtulduktan sonra doğal yollarla hamile kalmıştı.
Deniz, A. nın L.ye sigorta yapmamasına nerdeyse sevinecekti. Eğer çalışmayı sürdürseydi belki bu sarışın güzel oğlanı dünyaya getirmeyecekti.
Hayatın aldığı ve verdiği şeylerde nasıl bir denge vardı? İnsanın aklı ermiyordu.
Deniz günlerdir varoluşunu sorguluyor ve haline acıyordu. Kendini arkadaşlarıyla kıyaslıyor ve kıyasladıkça eksiliyordu. Uçsuz bucaksız bir denizin ortasında rotasız bir gemi gibi ilerlerken dalgalarla nasıl başa çıkacağını da bilmiyordu. Bozuktu kafası çok; ama L.yi ve başına gelen iyiliği düşününce serin bir esinti hissetti. Yelkenlerini bu esintiyle doldurdu: "Belki de rotasız bir gemi gibi görse de kendi kendine aslında değildi... Rüzgar ve sakin dalgalar onu gitmesi gereken yere götüreceklerdi. Bazen güzel günlere inanarak akışına bırakmak gerekti. Nihayetinde, gemi yolunu bulacak ve güvenli bir limana varacaktı. Bundan önce yelkenlerin rüzgardan boşaldığı günler de olacaktı. Normaldi.
Deniz L.nin başına gelen iyilikle, kalbini  doldurdu ve o an  boşluklarını sevdi.
Ve şöyle dedi:  "Teşekkür ederim Allahım. Bugün bana anlatılanlar için teşekkür ederim."

L. den ayrıldığında güneş ışıklarını kısmıştı. Adımlarını sıklaştırarak evinin yolunu tuttu ve Deniz'in aklına yine düşünceler uçuştu. Akıl defterine karaladığı mısraları mırıldandı: Bomboşum. Teneke bir kutuyum. Sağımda solumda, önümde arkamda insanlar. Yalnız, kalabalık var. Tekmeleniyorum. Ben savrulurken rüzgar içime doluyor. Uğulduyorum, tınlıyorum. Katlanıyorum. Çünkü içimde kağıtlar, yumruk yumruk sıkılmış olacaklar. Kelimeler dolusu kağıtlar (!) Onlar olana kadar, şikayetim yok. İçimi boşlukla dolduruyorum.