Yaz en tatlı yüzünü göstermişti. Herkes sıcaklara
eşlik etmiş ve güneşi gören çiçekler gibi
açılmıştı. Erkekler bol cepli şortlarını üzerlerine geçirmiş kadınlarsa
etekleri, askılı tişörtleri, ifil ifil elbiseleri dolaplardan çıkarmıştı.
Değişiklik, havada da olsa giyindiğin çulda da olsa iyiydi. İnsanın sıcak bir
yaz gününde esen ılık rüzgarı teninde hissetmesi ne kadar güzel bir histi.
Ö. nün en sevdiği mevsim yazdı. Kendini daha
özgür ve mutlu hissettiği bu zamanlarda arkadaşlarıyla buluşup içki içmek ve
eğlenmek iyi geliyordu. Hafta içi bazen işten çıktıktan hemen sonra ve hemen
hemen her haftasonu kendini ışıklı caddelere vuruyor, barlara atıyordu. Ve
dinlenmek için kendine ayırdığı zaman neredeyse hiç yoktu. Çünkü ona göre
dinlenmek için çok gençti. Yaz
gecelerinde sokaklar çiçek kokarken ve ay bulutsuz gökyüzünden ışıklarını saçarken yaşını almış
bunaklar gibi koltuğun üzerinde ve televizyonun hemen karşısında pineklemek iş
değildi. Kanı kaynıyorken henüz hayatın tadını almalı, bal kavanozundan
parmaklamalıydı.
Kanı hızlı akıyor, yaşıyordu. Arkadaşları
nasılsın Ö.? diye sorduklarında en çok "Yorgunum."diye yanıt
veriyordu. Eğlenceden hemen sonra tatlı yorgunluk iliklerine işliyor, yatağına
uzandığında ayak bileklerinden sızıyordu. Ertesi gün iş yoksa öğlene kadar yatıyordu.
Sonra sıkı bir kahvaltı ve kahveyle kendini iyi hissediyordu. Böyle yoğun
gecelerin sabahında işe gittiğindeyse en çok kullandığı iki kelime "iyi
değilimdi."
Ö. A.nın reklam ajansında müşteri temsilcisi
olarak çalışıyordu, bazı günler telefonlar aralıksız çalıyor ve cahil
müşterilerin kendini bilmez istekleri bitip tükenmek bilmiyordu. Aynı odayı paylaştıkları muhasebeci hanımla
iki ayrı kutup gibiydiler ve ona da katlanmak zorunda olmak yorgunluğunu ikiye
katlıyordu. Birlikte çalan iki ayrı telefona cevap vermeye çalışırken telefon
tellerine sıkışıp kopan boynunu, masasının üzerinde kanlar içinde zıplarken
hayal ediyordu. Kopmuş başını telefonla konuşmaya devam ederken düşlüyordu.
Süslü oda arkadaşı işini bitirdikten sonra internetten moda bloglarını takip etmek
yerine çalan telefonlardan birine yanıt verse incileri dökülürdü. Tabi Çok
Değerli Hanımefendinin boyalı ve yapılı saçlarını, ojeli tırnaklarını da hesaba
katarsak zaten onun telefona bakmak gibi basit bir işi üstlenmesi yerinde
olmazdı.
Ö. bu durumu A. ile daha önce konuşmuştu.
Defalarca kez işe yetişemediğini ektra işler yapmaktan yorulduğunu takibini
yaptığı müşteriler dışındaki telefonlara daha fazla bakmak istemediğini
söylemişti. Müşteri temsilcisi miydi yoksa sekreter miydi belli değildi. A. bir
personele daha para vermemek için işi resmen Ö. nün üzerine yıkmıştı.
Günlerden bir gün ne kadar yorucu bir durumda
olduğunu patronuna göstermek için İki telsiz telefonu da peşi sıra çalmaya
başlayınca, onları kaptığı gibi A.nın odasına koşmuş ve "Hemen şimdi aynı
anda iki telefonla da konuşmayı başarırsan seni bir daha bu hususta rahatsız
etmeyeceğim." demişti. Patron şaşkınlığını gizleyememiş ve bu güçlü
anlatım karşısında afallamıştı. Söz, bazı zamanlarda durumu anlatmak için eksik
kalıyor işte böyle zamanlarda hareket devreye giriyordu.
Bu davranış karşısında kalkanlarını kuşanmakta
geciken A., "haklı olduğunu" oda arkadaşı ile konuşup telefonlara
bakmasını rica edeceğini söylemişti. Tavuskuşuna emredilemezdi tabi ona sadece
rica edilirdi. O renkli kuyruğunu açıp göstermesi A.nın yumuşaması için
yeterliydi. Boyayla badanayla işini götüren kadınlardan hiçbir zaman olmamıştı
ama böyle anlarda kör talihine küsüp sövmeden edemiyordu. Tanrı onu neden böyle
cilve yoksunu yaratmıştı! Yalakalık yapmayı da hiç beceremiyordu.
Düşüncelerinden utandı sonra şükretti: "Eksikti ama eğri değildi."
Hayatta vazgeçmemesi gerektiğini öğrendiği
insanlık özellikleri vardı: Onur gibi. A.nın sempatisini kazanmak ve iş
koşullarını iyileştirmek için kadınlığını kullanmaktansa ölmeyi yeğlerdi. Ki
hiç de fena sayılmazdı. Beyaz tenli, balık etli ve kızıl saçlıydı. Üstelik
güzelliğinin de farkındaydı. Erkeklerin vücut dili, erken yaşlarından beri ona
çekici olduğunu anlatıyordu: Karşısında yüzleri şişen, göz bebekleri küçülen,
dudakları edepsice yukarı bükülen çok adam görmüştü. Ama o sadece birini
sevmişti.
Ankara'ya ilk geldiği yıl aynı kampüste Tıp
okuyan S. ile tanıştığında onun hayatının erkeği olacağını anlamıştı: S.
çirkin, zeki ve yetenekliydi. Bir müzik grubunda gitar çalışyordu, içmeyi
seviyor ve çok konuşuyordu. Hareketli bir insandı ve ruhunun ritmi Ö.nünkine
uyuyordu. Sanki aynı kişiydiler. Birbirlerinin aklından geçeni konuşmadan
anlıyor her dakikayı yanyana yaşıyorlardı. İlk birlikte olduklarında sonsuza
kadar onunla olacağına emindi ve ilk bebeğine hamile kaldığında henüz yuva
kurmak için çok erken olduğundan fasülyenin karnından düşüp gitmesine razı
gelmişti. S.nin yutturduğu küçük bir hapla evde bebeğini düşürmüştü. Çektiği
acıyı, olayı her hatırlayışında yeniden yaşıyordu. İnce bir sızı karnına
yerleşiyor ve sonra içinde büyüyerek yayılıyordu... Yattığı yerdeki beyaz
çarşafın nasıl kırmızıya döndüğünü anımsıyordu. O günden sonra ne zaman beyaz
ve kırmızı renkleri bir arada görse içi allak bullak oluyor; ateşi çıkıyor,
elleri buz kesiyordu.
6 yılı birlikte geçirdiler. Aileler tanıştı,
nişanlandılar. Bir yılda nişanlı kaldılar ve evlenecekleri güne çok kısa bir
zaman kala S. başkasını sevdiğini söyleyerek ondan ayrıldı.
Şaka gibi!
Hastanedeki hemşireyle işi pişiren sevgili, çekip
hayatından öylece gidiverdi. İnandığı her şeyin sadece kendi kurgusu olduğunu
fark ettiği an terkedildiği andı. Sonsuza kadar mutlu yaşamak ne büyük bir
ütopyaydı. Ona nasılsın? diye soranlara "İyi değilim" demeye işte o
gün başladı.
O günden sonra müziği, içkiyi ve geceleri daha
çok sevdi. Gevşemek ve unutmak için arkadaşlarına ve gecelere sığındı. Bir daha
onu konuşmadı çünkü bütün iş arkadaşları ve dostları olup biteni duymuştu,
bildiklerini biliyordu ve bu da durumunu anlatma zahmetinden onu kurtarıyor ve
acısını yaşaması için ona kolaylık sağlıyordu: Aşırı davrandığında, haddini
aştığında, sustuğunda ya da çok konuştuğunda, terslediğinde... biliyorlardı: O
acı çekiyordu ve tüm bu huysuzluklarının nedeni de yediği bu büyük kazıktı.
Şükürler olsun ki; sığındığı insanlar, anlayışlı
insanlardı! Onlarda başka başka nedenlerden kazığı tatmıştı ve acıyı tanıyordu.
A. bile zaman zaman diğerlerine gösterdiğinden
daha fazla tölerans gösteriyordu. Ama işten erken çıkmak bunlardan biri
değildi. Herkesle birlikte geç saatlere kadar çalışıyordu.
Yaz günü günler uzamıştı. A. Daha çok çalıştırmak
için ek zaman kazanmıştı. Yetiştirilmesi gereken işler vardı; saat akşam on
civarı kepenkleri kapadılar. Sıcak bir gündü. Ö. ve iş arkadaşı E. birlikte
işten ayrıldılar. Otobüse bindiler ve büyük şehrin kıvrılan yollarından yan
yana aşağı indiler. Otobüs yolculuğu Ö. için tamamlanmıştı E içinse 45
dakikalık bir metro yolculuğu daha vardı.
Ö. Hafta sonları insanlarla renklenen Kızılay'ın
hafta başı griliğini hiç sevmiyordu. Koca meydanı bir başına yararak evinin
olduğu yöne yayan ilerledi. Serin hava etini okuyor, eteğini havalandırıyordu.
Esintide yürümek iyi gelmişti, yalnızlık da.
Ah bi'de şu kötü anılar olmasa...
Kızılay'dan Cebeci'ye yürüyerek 30 dakikalık
mesafeyi anılarında kaybolmuşken aldı. Ayakları onu evinin hemen hemen önüne
getirmişti. Birden arkasında bir karartı farketti. Sokak lambasıyla aydınlanan
yolda adamın gölgesi gölgesinin üzerine düşüyordu. Korktu, adımlarını
hızlandırdı. Bir yandan çantasındaki anahtarı arıyor bir yandan yürüyordu. Apartmanın
önüne geldiğinde anahtarı kapıyı açmak için hazırdı. Kilide onu soktu, kalbi
çarpıyordu, çevirdi ve kapı açıldı. Ağır demir kapı ağır ağır kapanırken o
koşar adımlarla merdivenleri tırmanmaya başlamıştı ki, "yabancı el ayak bileğini
kavradı." Sapık derin derin nefes alıyordu. Onu aşağı çekmeye, çekerken de
eteğini yukarı sıyırmaya başladı. Sapığın eli bacaklarında sert bir şekilde
geziniyordu. Ö. soğuk merdivenin üzerinde otomat kapanmış ve onları karanlıkta
bırakmışken çığlık atmaya ve çırpınmaya başlayınca, sapık panikleyip Ö.nün
kiloduna henüz asılmış pis elini de alıp kaçtı. Hepsi topu topu 15 saniye
sürmüştü.
Sesi duyan bir kaç kapı açıldı, apartmanda
yankılanan sesler iyi olup olmadığı soruyordu. "İyi değildi" ama bu
sefer "iyiyim" dedi. Kimseyi yakınında istemiyordu; sorulara cevap
vermek de. Yerinde doğruldu; otomat yandı, eteğini iyice düzeltti ve
bacaklarının arasında sıkıştırdı. Bir süre soğuk betonun üzerinde öylece
oturdu, yaşadığı şeyin ne olduğunu, ne hissettiğini bilmiyordu; donup kalmıştı,
bomboş hissediyordu. Sonra kızaran ayakbileğini gördü, inceden sızısını duydu.
Otomat ince bir tık sesiyle kapandı ve o karanlıktayken dank etti. Tecavüze
uğrayabilir, bıçaklanabilir, ölebilirdi.
Sessizce ağlamaya başladı, hiç susmayacakmış gibi
ağlıyordu. Ayağa kalktı hareketin etkisiyle otomat yeniden yandı. Avuçlarının
içi çizilmiş derisinden kan sızıyordu. Yaşadığı ani şokun etkisiyle sinirleri
gevşemişti ayakları vücudunu taşıyamayacakmış gibi hissediyor küçük ve temkinli
adımlarla merdivenleri tırmanıyordu. Teras katındaki evinin önüne geldiğinde
beş katı o titrek bacaklarıyla çıkabildiği için şükretti.
Kapının bacaklarına elleriyle dayandı ve bekledi.
Zile basarak ev arkadaşını uyandırmakla titrek elleriyle kapıyı açmak arasında
gidip geldi. Saat geçti, kimseyi uyandırmak da kimseye bir şey anlatmak da
istemediğini farketti. Anahtarıyla eve girdi, karanlık kolidorda ilerledi ve
kendini yatağına usulca bıraktı. Bacaklarını karnına çekip kendi kendine
kapandı. Kollarıyla bedenini doladı. Kimse yoksa kendisi vardı şu hayatta. O
gece yorgun ve hırpalanmış canına sarılıp uykuya daldı.
...
Karanlık odasında büyük bir ışık parlıyordu. Onu
koruyan Mikail meleğin ışıklarından gözleri kamaştı. Hiç korkmadı, saf nurdan
yaratılmış Kutsal Mikail'in yaşadığı ağır deneyimin mükafatını vermeye
geldiğini anladı: Ö. ona doğru
yürüyordu, odası o yürüdükçe büyüyor adım attığı yol uzuyordu. Parmak ucuyla
meleğine dokunmayı deniyordu. Bir dokunuş kadar yakındı ama yetişemiyordu.
Meleğin onu götürdüğü yerden habersiz, içinde sonsuz bir teslimiyet hissiyle
ilerliyordu. Dünyanın Allah'ın hikmetiyle 7 günde oluşunu izleyen bu büyük
güzellik onu nereden almıştı ve nereye bırakacaktı? artık düşünmüyordu.
Odasında mıydı, yerde mi gökte mi? Ayakları yere basıyor muydu yoksa
kanatlanmış uçuyor muydu? Ölmüş müydü yaşıyor muydu?
Ö. Meleğine şiir gibi konuşmaya başladı:
Al beni dedi Meleğim, al ve götür.
Bak! dünya yeri ateş topu,
Yanıp, küle dönmeden ben,
Sıyır etimden, ışığımı sök kalbimden.
Kendine kat beni, içinde büyüt.
Annemin yumuşak karnı gibi, sarmala.
Nefes almıyorken atsın kalbim.
Bak! yaşayamıyorum burada.
Ait değilim ki bu yangın yerine.
Kara bulutlar çöküyor üzerime.
Her an biraz daha zor nefes almak.
Ben senin kızıl çiçeğin.
Aydınlığına susuyorken karanlıkta soluyorum.
Sen benim güneşim.
Yüzümü ışığına döndüm, Öyle parlaksın ki bakarken
yanıyorum.
Yokum seninleyken, ben de Melek oluyorum.
Oh(!) ne tatlı bir hafiflik, ne derin bir
mutluluk.
İnce bir ışık huzmesiyim her yere konuyorum.
Dünyanın yedi katını yedi renge boyuyorum.
Ah Hayalim, öyle hafifledim! öyle hafifledim!
Dilerim Allah'tan, Doğmasın gün!
O karanlık yüzleri gözüm görmesin!
Yoksa satarım ruhumu şeytana, katilim olurum.
Yürürken bedenim karanlık sokaklarda ben kavrarım
baldırları,
ben avuçlarım masumların kalçalarını...
Irzlarına geçerim ayaküstü.
Masum gözlerle yüzüme bakar, katilleriyle
tanışırlar.
Ö. nün gözünün önünde yaşadığı karanlık gecenin
görüntüleri belirmeye başladı. Kutsal Melek bir dokunuş uzağındayken ışık
hızıyla geriledi ve çekilip gitti.
Karanlıktaydı yeniden, kendine yukarıdan
bakıyordu: Gecenin koynundaki solgun odasında, kendini yatağının üzerinde çırıl
çıplak oturuyorken gördü. Başını yere sarkıtmış, sanki ince urgandan bir
ilmiğin boynuna geçirilmesini bekliyordu... İçinde korku ve isyan duygularını
birlikte duydu. Çığlık atmak isterken uyandı!
Yatağından terler içinde uyandığında güneş çoktan
doğmuştu. Lanet olasıca güne başlamalı, o boktan işine gitmeli ve yaşamaya
devam etmeliydi! Gününü, çocuğu elinden alınmış şefkatli bir annenin, ıssız
sokaktaki soğuk ve karanlık bir köşeden, gecenin bir vakti çocuğunun odasını
izlemesi gibi izleyecekti: Gün; derin, duygulu ve yorgunken geçecekti. O yapayalnızken
insanlar olacaktı etrafında. Ne yaşadığını bilmeyen, bilse de çok önemsemeyen
ama -miş gibi yapmayı iyi beceren, yoğun mimikler ve boş gözlerle onu izleyen
bir grup insan. Artık, kim samimiydi kim samimiyetsiz? kestiremiyordu. Sanki
bütün dünya düşmandı ona ve onun hiçbir şeyi kaldırmaya gücü yoktu. Tükenmiş
uyanmış, düne nefreti yüzünden bugününü kurban etmişti.
Kendini ölü gibi hissederken giyindi. Temizlenmek
istemiyordu o yüzden sararmış yüzünü suyla ıslatmakla yetindi. Aynada gördüğü
yüze uzunca bakıp kendini tanıyamadı. Çok soğuk bakıyor gözlerinin hemen
altındaki mor halkalar ısıyı daha da düşürüyordu. Eskiden onun olan sıcak bakışlardan eser
kalmamıştı. Kimdi bu kadın ve ondan ne istiyordu? Bir an kendinden kurtulmak
istedi, nasıl yapabileceğini düşündü: Aynayı kırıp bileklerini kesebilir, gazı
açıp pencereleri kapatabilirdi... Sonra vazgeçti, henüz katil olmak için çok
gençti. Aynadaki kadınla yaşamaya devam edecekti.
Yeni iş gününde yeteri kadar dinamik olamayacak
sevgili patronunu ve akıllı müşterilerini memnun edemeyecekti. Yine de
gitmeliydi. A. ya telefon açsa yaşadığı gecenin zorluğunu anlatsa anlar mıydı
ki! 15 saniyelik küçük bir saldırı anı işe gitmemek için mazeret olamazdı.
Sonuçta ne tecavüze uğramış ne de ölmüştü.
Apartmanın kapısından çıkarken saldırıya uğradığı
merdivenleri henüz çiğneyip geçmişti. Kötü anıları film şeridi gibi gözlerinin
önünden geçti. Berbat hissediyordu ama kendine gelmeliydi. Derin bir nefes aldı
ve hergün işe gitmek için yaptığı gibi yola koyuldu. Sanki ağır doz
sakinleştirici ile uyuşmuş gibiydi. İçi yine bomboştu.
Ajanstan içeri girdiğinde çalışma arkadaşlarını
giriş kapısının hemen karşısındaki mutfakta çay içerlerken buldu. Sıcak puğaça
kokusu mutfağı doldurmuştu. Onların arasında kendini güvende hissetti. Tanıdık
yüzler görmek iyi gelmişti. İlk selamlayan ve hatır soran" Deniz oldu. Ö.
bir an durdu, gözleri ıslandı ve titrek sesiyle "İyi değilim." dedi.
Deniz'in gözleri
büyüdü, yüzü gerildi. Bu sefer ki "iyi değilim!" daha başkaydı.
Gel Ö. dedi. Gel ve
anlat, neyin var?
E'yi kovup
mutfaktaki en güzel köşeye oturttu onu. L. Ö. için bir bardak sıcak çay koydu.
Önce mutfaktaki üç kişi ardından diğerleri Ö. nün yüzüne birer birer dikkat
kesildiler. Çünkü o yüz, sessizlikte konuşuyordu: Korku, endişe, heyecan ve en
çokta derin bir hazımsızlık. Ö. henüz yaşadıklarını kabullenmemiş ve içindeki
huzurlu mezarlığa gömmemişti!
Mutfak susunca Ö.
sakince anlatmaya başladı, gözlerini elindeki çay fincanından ayırmıyordu,
kızıl saçları önüne düşmüş yüzünün yarısını örtmüştü. Sakin ve üzgündü.
Gözlerini bu
perişan görünen kızıl güzele çevirmiş ahali, duyduklarına inanamıyor; bebeklerİ
kımıl kımıl kımıldıyor, zaman içinde büyüyordu.
Ö, demli çayından
bir yudum almak için ara vermişken burun delikleri kan kusmaya başladı. Herkes dona kalmıştı; zaten bu yaşanılanlara
bu sukünet fazlaydı. Kızmızıya boyanmış yüzünü elleriyle örten Ö, dün geceden
sonra ilk defa ağladı. Kan, gözyaşı ve terle ıslanmış bedenini pelte gibi
sandalyeye bıraktı ve bütün temizlik işlerini ahaliye bıraktı.
Kulaklarında Lana
Del Rey'in "Shades Of Cool" şarkısı çalıyor etrafını ise Tarantino
filmlerindeki gibi kırmızı ve bulanık bir filtrenin gerisinden görüyordu.
Dramatik bir anda, hafiflemiş hissediyordu.
...
Patron ofise
geldiğinde Ö. yü temizlemiş ve odasına yerleştirmişlerdi. A. için yeni ve güzel
bir gündü. Enerjik ve mutluydu; hemen arkasından ofisi koklayarak, kuyruğunu
sallayarak ve dilini sevinçle dışarı
sarkıtarak güzeller güzeli de girdi. O an, ordaki en güzel ruh hali onunkiydi.
Ö. nün başına gelenleri anlatmak görevi Deniz'e verilmişti.
A. duyduklarına
üzüldü ve Ö.ye bir hafta izin verdi tabi bu bir hafta boyunca onun işlerini de
Deniz görecekti. Her iki tarafında mutlu eden bir anlaşma olmuştu. Bir hafta
göz açıp kapayıncaya kadar geçecek ve Ö. her şeyi hazmedip kendini tamamen
yenilemiş olarak geri dönecekti.
Kötü anıları silmek
için bir hafta yeterli bir süreydi!