19 Ocak 2016 Salı

Hafta Başı


Yaz en tatlı yüzünü göstermişti. Herkes sıcaklara eşlik etmiş ve güneşi gören çiçekler gibi  açılmıştı. Erkekler bol cepli şortlarını üzerlerine geçirmiş kadınlarsa etekleri, askılı tişörtleri, ifil ifil elbiseleri dolaplardan çıkarmıştı. Değişiklik, havada da olsa giyindiğin çulda da olsa iyiydi. İnsanın sıcak bir yaz gününde esen ılık rüzgarı teninde hissetmesi ne kadar güzel bir histi.
Ö. nün en sevdiği mevsim yazdı. Kendini daha özgür ve mutlu hissettiği bu zamanlarda arkadaşlarıyla buluşup içki içmek ve eğlenmek iyi geliyordu. Hafta içi bazen işten çıktıktan hemen sonra ve hemen hemen her haftasonu kendini ışıklı caddelere vuruyor, barlara atıyordu. Ve dinlenmek için kendine ayırdığı zaman neredeyse hiç yoktu. Çünkü ona göre dinlenmek için çok gençti.  Yaz gecelerinde sokaklar çiçek kokarken ve ay bulutsuz  gökyüzünden ışıklarını saçarken yaşını almış bunaklar gibi koltuğun üzerinde ve televizyonun hemen karşısında pineklemek iş değildi. Kanı kaynıyorken henüz hayatın tadını almalı, bal kavanozundan parmaklamalıydı.
Kanı hızlı akıyor, yaşıyordu. Arkadaşları nasılsın Ö.? diye sorduklarında en çok "Yorgunum."diye yanıt veriyordu. Eğlenceden hemen sonra tatlı yorgunluk iliklerine işliyor, yatağına uzandığında ayak bileklerinden sızıyordu. Ertesi gün iş yoksa öğlene kadar yatıyordu. Sonra sıkı bir kahvaltı ve kahveyle kendini iyi hissediyordu. Böyle yoğun gecelerin sabahında işe gittiğindeyse en çok kullandığı iki kelime "iyi değilimdi."
Ö. A.nın reklam ajansında müşteri temsilcisi olarak çalışıyordu, bazı günler telefonlar aralıksız çalıyor ve cahil müşterilerin kendini bilmez istekleri bitip tükenmek bilmiyordu.  Aynı odayı paylaştıkları muhasebeci hanımla iki ayrı kutup gibiydiler ve ona da katlanmak zorunda olmak yorgunluğunu ikiye katlıyordu. Birlikte çalan iki ayrı telefona cevap vermeye çalışırken telefon tellerine sıkışıp kopan boynunu, masasının üzerinde kanlar içinde zıplarken hayal ediyordu. Kopmuş başını telefonla konuşmaya devam ederken düşlüyordu. Süslü oda arkadaşı işini bitirdikten sonra internetten moda bloglarını takip etmek yerine çalan telefonlardan birine yanıt verse incileri dökülürdü. Tabi Çok Değerli Hanımefendinin boyalı ve yapılı saçlarını, ojeli tırnaklarını da hesaba katarsak zaten onun telefona bakmak gibi basit bir işi üstlenmesi yerinde olmazdı.
Ö. bu durumu A. ile daha önce konuşmuştu. Defalarca kez işe yetişemediğini ektra işler yapmaktan yorulduğunu takibini yaptığı müşteriler dışındaki telefonlara daha fazla bakmak istemediğini söylemişti. Müşteri temsilcisi miydi yoksa sekreter miydi belli değildi. A. bir personele daha para vermemek için işi resmen Ö. nün üzerine yıkmıştı.
Günlerden bir gün ne kadar yorucu bir durumda olduğunu patronuna göstermek için İki telsiz telefonu da peşi sıra çalmaya başlayınca, onları kaptığı gibi A.nın odasına koşmuş ve "Hemen şimdi aynı anda iki telefonla da konuşmayı başarırsan seni bir daha bu hususta rahatsız etmeyeceğim." demişti. Patron şaşkınlığını gizleyememiş ve bu güçlü anlatım karşısında afallamıştı. Söz, bazı zamanlarda durumu anlatmak için eksik kalıyor işte böyle zamanlarda hareket devreye giriyordu.
Bu davranış karşısında kalkanlarını kuşanmakta geciken A., "haklı olduğunu" oda arkadaşı ile konuşup telefonlara bakmasını rica edeceğini söylemişti. Tavuskuşuna emredilemezdi tabi ona sadece rica edilirdi. O renkli kuyruğunu açıp göstermesi A.nın yumuşaması için yeterliydi. Boyayla badanayla işini götüren kadınlardan hiçbir zaman olmamıştı ama böyle anlarda kör talihine küsüp sövmeden edemiyordu. Tanrı onu neden böyle cilve yoksunu yaratmıştı! Yalakalık yapmayı da hiç beceremiyordu. Düşüncelerinden utandı sonra şükretti: "Eksikti ama eğri değildi."
Hayatta vazgeçmemesi gerektiğini öğrendiği insanlık özellikleri vardı: Onur gibi. A.nın sempatisini kazanmak ve iş koşullarını iyileştirmek için kadınlığını kullanmaktansa ölmeyi yeğlerdi. Ki hiç de fena sayılmazdı. Beyaz tenli, balık etli ve kızıl saçlıydı. Üstelik güzelliğinin de farkındaydı. Erkeklerin vücut dili, erken yaşlarından beri ona çekici olduğunu anlatıyordu: Karşısında yüzleri şişen, göz bebekleri küçülen, dudakları edepsice yukarı bükülen çok adam görmüştü. Ama o sadece birini sevmişti.
Ankara'ya ilk geldiği yıl aynı kampüste Tıp okuyan S. ile tanıştığında onun hayatının erkeği olacağını anlamıştı: S. çirkin, zeki ve yetenekliydi. Bir müzik grubunda gitar çalışyordu, içmeyi seviyor ve çok konuşuyordu. Hareketli bir insandı ve ruhunun ritmi Ö.nünkine uyuyordu. Sanki aynı kişiydiler. Birbirlerinin aklından geçeni konuşmadan anlıyor her dakikayı yanyana yaşıyorlardı. İlk birlikte olduklarında sonsuza kadar onunla olacağına emindi ve ilk bebeğine hamile kaldığında henüz yuva kurmak için çok erken olduğundan fasülyenin karnından düşüp gitmesine razı gelmişti. S.nin yutturduğu küçük bir hapla evde bebeğini düşürmüştü. Çektiği acıyı, olayı her hatırlayışında yeniden yaşıyordu. İnce bir sızı karnına yerleşiyor ve sonra içinde büyüyerek yayılıyordu... Yattığı yerdeki beyaz çarşafın nasıl kırmızıya döndüğünü anımsıyordu. O günden sonra ne zaman beyaz ve kırmızı renkleri bir arada görse içi allak bullak oluyor; ateşi çıkıyor, elleri buz kesiyordu.
6 yılı birlikte geçirdiler. Aileler tanıştı, nişanlandılar. Bir yılda nişanlı kaldılar ve evlenecekleri güne çok kısa bir zaman kala S. başkasını sevdiğini söyleyerek ondan ayrıldı.
Şaka gibi!
Hastanedeki hemşireyle işi pişiren sevgili, çekip hayatından öylece gidiverdi. İnandığı her şeyin sadece kendi kurgusu olduğunu fark ettiği an terkedildiği andı. Sonsuza kadar mutlu yaşamak ne büyük bir ütopyaydı. Ona nasılsın? diye soranlara "İyi değilim" demeye işte o gün başladı.
O günden sonra müziği, içkiyi ve geceleri daha çok sevdi. Gevşemek ve unutmak için arkadaşlarına ve gecelere sığındı. Bir daha onu konuşmadı çünkü bütün iş arkadaşları ve dostları olup biteni duymuştu, bildiklerini biliyordu ve bu da durumunu anlatma zahmetinden onu kurtarıyor ve acısını yaşaması için ona kolaylık sağlıyordu: Aşırı davrandığında, haddini aştığında, sustuğunda ya da çok konuştuğunda, terslediğinde... biliyorlardı: O acı çekiyordu ve tüm bu huysuzluklarının nedeni de yediği bu büyük kazıktı.
Şükürler olsun ki; sığındığı insanlar, anlayışlı insanlardı! Onlarda başka başka nedenlerden kazığı tatmıştı ve acıyı tanıyordu.
A. bile zaman zaman diğerlerine gösterdiğinden daha fazla tölerans gösteriyordu. Ama işten erken çıkmak bunlardan biri değildi. Herkesle birlikte geç saatlere kadar çalışıyordu.
Yaz günü günler uzamıştı. A. Daha çok çalıştırmak için ek zaman kazanmıştı. Yetiştirilmesi gereken işler vardı; saat akşam on civarı kepenkleri kapadılar. Sıcak bir gündü. Ö. ve iş arkadaşı E. birlikte işten ayrıldılar. Otobüse bindiler ve büyük şehrin kıvrılan yollarından yan yana aşağı indiler. Otobüs yolculuğu Ö. için tamamlanmıştı E içinse 45 dakikalık bir metro yolculuğu daha vardı.
Ö. Hafta sonları insanlarla renklenen Kızılay'ın hafta başı griliğini hiç sevmiyordu. Koca meydanı bir başına yararak evinin olduğu yöne yayan ilerledi. Serin hava etini okuyor, eteğini havalandırıyordu. Esintide yürümek iyi gelmişti, yalnızlık da.
Ah bi'de şu kötü anılar olmasa...
Kızılay'dan Cebeci'ye yürüyerek 30 dakikalık mesafeyi anılarında kaybolmuşken aldı. Ayakları onu evinin hemen hemen önüne getirmişti. Birden arkasında bir karartı farketti. Sokak lambasıyla aydınlanan yolda adamın gölgesi gölgesinin üzerine düşüyordu. Korktu, adımlarını hızlandırdı. Bir yandan çantasındaki anahtarı arıyor bir yandan yürüyordu. Apartmanın önüne geldiğinde anahtarı kapıyı açmak için hazırdı. Kilide onu soktu, kalbi çarpıyordu, çevirdi ve kapı açıldı. Ağır demir kapı ağır ağır kapanırken o koşar adımlarla merdivenleri tırmanmaya başlamıştı ki, "yabancı el ayak bileğini kavradı." Sapık derin derin nefes alıyordu. Onu aşağı çekmeye, çekerken de eteğini yukarı sıyırmaya başladı. Sapığın eli bacaklarında sert bir şekilde geziniyordu. Ö. soğuk merdivenin üzerinde otomat kapanmış ve onları karanlıkta bırakmışken çığlık atmaya ve çırpınmaya başlayınca, sapık panikleyip Ö.nün kiloduna henüz asılmış pis elini de alıp kaçtı. Hepsi topu topu 15 saniye sürmüştü.
Sesi duyan bir kaç kapı açıldı, apartmanda yankılanan sesler iyi olup olmadığı soruyordu. "İyi değildi" ama bu sefer "iyiyim" dedi. Kimseyi yakınında istemiyordu; sorulara cevap vermek de. Yerinde doğruldu; otomat yandı, eteğini iyice düzeltti ve bacaklarının arasında sıkıştırdı. Bir süre soğuk betonun üzerinde öylece oturdu, yaşadığı şeyin ne olduğunu, ne hissettiğini bilmiyordu; donup kalmıştı, bomboş hissediyordu. Sonra kızaran ayakbileğini gördü, inceden sızısını duydu. Otomat ince bir tık sesiyle kapandı ve o karanlıktayken dank etti. Tecavüze uğrayabilir, bıçaklanabilir, ölebilirdi.
Sessizce ağlamaya başladı, hiç susmayacakmış gibi ağlıyordu. Ayağa kalktı hareketin etkisiyle otomat yeniden yandı. Avuçlarının içi çizilmiş derisinden kan sızıyordu. Yaşadığı ani şokun etkisiyle sinirleri gevşemişti ayakları vücudunu taşıyamayacakmış gibi hissediyor küçük ve temkinli adımlarla merdivenleri tırmanıyordu. Teras katındaki evinin önüne geldiğinde beş katı o titrek bacaklarıyla çıkabildiği için şükretti.
Kapının bacaklarına elleriyle dayandı ve bekledi. Zile basarak ev arkadaşını uyandırmakla titrek elleriyle kapıyı açmak arasında gidip geldi. Saat geçti, kimseyi uyandırmak da kimseye bir şey anlatmak da istemediğini farketti. Anahtarıyla eve girdi, karanlık kolidorda ilerledi ve kendini yatağına usulca bıraktı. Bacaklarını karnına çekip kendi kendine kapandı. Kollarıyla bedenini doladı. Kimse yoksa kendisi vardı şu hayatta. O gece yorgun ve hırpalanmış canına sarılıp uykuya daldı.
...
Karanlık odasında büyük bir ışık parlıyordu. Onu koruyan Mikail meleğin ışıklarından gözleri kamaştı. Hiç korkmadı, saf nurdan yaratılmış Kutsal Mikail'in yaşadığı ağır deneyimin mükafatını vermeye geldiğini anladı:  Ö. ona doğru yürüyordu, odası o yürüdükçe büyüyor adım attığı yol uzuyordu. Parmak ucuyla meleğine dokunmayı deniyordu. Bir dokunuş kadar yakındı ama yetişemiyordu. Meleğin onu götürdüğü yerden habersiz, içinde sonsuz bir teslimiyet hissiyle ilerliyordu. Dünyanın Allah'ın hikmetiyle 7 günde oluşunu izleyen bu büyük güzellik onu nereden almıştı ve nereye bırakacaktı? artık düşünmüyordu. Odasında mıydı, yerde mi gökte mi? Ayakları yere basıyor muydu yoksa kanatlanmış uçuyor muydu? Ölmüş müydü yaşıyor muydu?
Ö. Meleğine şiir gibi konuşmaya başladı:
Al beni dedi Meleğim, al ve götür.
Bak! dünya yeri ateş topu,
Yanıp, küle dönmeden ben,
Sıyır etimden, ışığımı sök kalbimden.
Kendine kat beni, içinde büyüt.
Annemin yumuşak karnı gibi, sarmala.
Nefes almıyorken atsın kalbim.
Bak! yaşayamıyorum burada.
Ait değilim ki bu yangın yerine.
Kara bulutlar çöküyor üzerime.
Her an biraz daha zor nefes almak.
Ben senin kızıl çiçeğin.
Aydınlığına susuyorken karanlıkta soluyorum.
Sen benim güneşim.
Yüzümü ışığına döndüm, Öyle parlaksın ki bakarken yanıyorum.
Yokum seninleyken,  ben de Melek oluyorum.
Oh(!) ne tatlı bir hafiflik, ne derin bir mutluluk.
İnce bir ışık huzmesiyim her yere konuyorum.
Dünyanın yedi katını yedi renge boyuyorum.
Ah Hayalim, öyle hafifledim! öyle hafifledim!
Dilerim Allah'tan, Doğmasın gün!
O karanlık yüzleri gözüm görmesin!
Yoksa satarım ruhumu şeytana, katilim olurum.
Yürürken bedenim karanlık sokaklarda ben kavrarım baldırları,
ben avuçlarım masumların kalçalarını...
Irzlarına geçerim ayaküstü.
Masum gözlerle yüzüme bakar, katilleriyle tanışırlar.

Ö. nün gözünün önünde yaşadığı karanlık gecenin görüntüleri belirmeye başladı. Kutsal Melek bir dokunuş uzağındayken ışık hızıyla geriledi ve çekilip gitti.
Karanlıktaydı yeniden, kendine yukarıdan bakıyordu: Gecenin koynundaki solgun odasında, kendini yatağının üzerinde çırıl çıplak oturuyorken gördü. Başını yere sarkıtmış, sanki ince urgandan bir ilmiğin boynuna geçirilmesini bekliyordu... İçinde korku ve isyan duygularını birlikte duydu. Çığlık atmak isterken uyandı!
Yatağından terler içinde uyandığında güneş çoktan doğmuştu. Lanet olasıca güne başlamalı, o boktan işine gitmeli ve yaşamaya devam etmeliydi! Gününü, çocuğu elinden alınmış şefkatli bir annenin, ıssız sokaktaki soğuk ve karanlık bir köşeden, gecenin bir vakti çocuğunun odasını izlemesi gibi izleyecekti: Gün; derin, duygulu ve yorgunken geçecekti. O yapayalnızken insanlar olacaktı etrafında. Ne yaşadığını bilmeyen, bilse de çok önemsemeyen ama -miş gibi yapmayı iyi beceren, yoğun mimikler ve boş gözlerle onu izleyen bir grup insan. Artık, kim samimiydi kim samimiyetsiz? kestiremiyordu. Sanki bütün dünya düşmandı ona ve onun hiçbir şeyi kaldırmaya gücü yoktu. Tükenmiş uyanmış, düne nefreti yüzünden bugününü kurban etmişti.
Kendini ölü gibi hissederken giyindi. Temizlenmek istemiyordu o yüzden sararmış yüzünü suyla ıslatmakla yetindi. Aynada gördüğü yüze uzunca bakıp kendini tanıyamadı. Çok soğuk bakıyor gözlerinin hemen altındaki mor halkalar ısıyı daha da düşürüyordu.  Eskiden onun olan sıcak bakışlardan eser kalmamıştı. Kimdi bu kadın ve ondan ne istiyordu? Bir an kendinden kurtulmak istedi, nasıl yapabileceğini düşündü: Aynayı kırıp bileklerini kesebilir, gazı açıp pencereleri kapatabilirdi... Sonra vazgeçti, henüz katil olmak için çok gençti. Aynadaki kadınla yaşamaya devam edecekti.
Yeni iş gününde yeteri kadar dinamik olamayacak sevgili patronunu ve akıllı müşterilerini memnun edemeyecekti. Yine de gitmeliydi. A. ya telefon açsa yaşadığı gecenin zorluğunu anlatsa anlar mıydı ki! 15 saniyelik küçük bir saldırı anı işe gitmemek için mazeret olamazdı. Sonuçta ne tecavüze uğramış ne de ölmüştü.
Apartmanın kapısından çıkarken saldırıya uğradığı merdivenleri henüz çiğneyip geçmişti. Kötü anıları film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Berbat hissediyordu ama kendine gelmeliydi. Derin bir nefes aldı ve hergün işe gitmek için yaptığı gibi yola koyuldu. Sanki ağır doz sakinleştirici ile uyuşmuş gibiydi. İçi yine bomboştu.
Ajanstan içeri girdiğinde çalışma arkadaşlarını giriş kapısının hemen karşısındaki mutfakta çay içerlerken buldu. Sıcak puğaça kokusu mutfağı doldurmuştu. Onların arasında kendini güvende hissetti. Tanıdık yüzler görmek iyi gelmişti. İlk selamlayan ve hatır soran" Deniz oldu. Ö. bir an durdu, gözleri ıslandı ve titrek sesiyle "İyi değilim." dedi.
Deniz'in gözleri büyüdü, yüzü gerildi. Bu sefer ki "iyi değilim!" daha başkaydı.
Gel Ö. dedi. Gel ve anlat, neyin var?
E'yi kovup mutfaktaki en güzel köşeye oturttu onu. L. Ö. için bir bardak sıcak çay koydu. Önce mutfaktaki üç kişi ardından diğerleri Ö. nün yüzüne birer birer dikkat kesildiler. Çünkü o yüz, sessizlikte konuşuyordu: Korku, endişe, heyecan ve en çokta derin bir hazımsızlık. Ö. henüz yaşadıklarını kabullenmemiş ve içindeki huzurlu mezarlığa gömmemişti!
Mutfak susunca Ö. sakince anlatmaya başladı, gözlerini elindeki çay fincanından ayırmıyordu, kızıl saçları önüne düşmüş yüzünün yarısını örtmüştü. Sakin ve üzgündü.
Gözlerini bu perişan görünen kızıl güzele çevirmiş ahali, duyduklarına inanamıyor; bebeklerİ kımıl kımıl kımıldıyor, zaman içinde büyüyordu.
Ö, demli çayından bir yudum almak için ara vermişken burun delikleri kan kusmaya başladı.  Herkes dona kalmıştı; zaten bu yaşanılanlara bu sukünet fazlaydı. Kızmızıya boyanmış yüzünü elleriyle örten Ö, dün geceden sonra ilk defa ağladı. Kan, gözyaşı ve terle ıslanmış bedenini pelte gibi sandalyeye bıraktı ve bütün temizlik işlerini ahaliye bıraktı.
Kulaklarında Lana Del Rey'in "Shades Of Cool" şarkısı çalıyor etrafını ise Tarantino filmlerindeki gibi kırmızı ve bulanık bir filtrenin gerisinden görüyordu. Dramatik bir anda, hafiflemiş hissediyordu.
...
Patron ofise geldiğinde Ö. yü temizlemiş ve odasına yerleştirmişlerdi. A. için yeni ve güzel bir gündü. Enerjik ve mutluydu; hemen arkasından ofisi koklayarak, kuyruğunu sallayarak  ve dilini sevinçle dışarı sarkıtarak güzeller güzeli de girdi. O an, ordaki en güzel ruh hali onunkiydi. Ö. nün başına gelenleri anlatmak görevi Deniz'e verilmişti.
A. duyduklarına üzüldü ve Ö.ye bir hafta izin verdi tabi bu bir hafta boyunca onun işlerini de Deniz görecekti. Her iki tarafında mutlu eden bir anlaşma olmuştu. Bir hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçecek ve Ö. her şeyi hazmedip kendini tamamen yenilemiş olarak geri dönecekti.

Kötü anıları silmek için bir hafta yeterli bir süreydi!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder