24 Ekim 2015 Cumartesi

KİTAP


O yıl yaz kavurucu derecede sıcaktı. Evlerin içine dolan hava nem yüklüydü ve bu nefes almayı zorlaştırıyordu. İnsanların yüzeyinde biriken ter, tanecikler oluşturuyor sonrada yolunu bulup aşağı akıyordu. Bu yolculuk sanki yerçekiminin gözle görülür kanıtıydı. Yukarıda başlayan ve aşağıda biten pek çok şey gibi: Yaşam ve ölüm, bir saniye önce daldayken bir saniye sonra yerdeki elma, gökyüzünden yeryüzüne kayan bir damla...
Deniz, uykuyu severdi ama yataktan sırılsıklam uyanmaktan nefret ettiği için yaz aylarında erken kalkmayı tercih ediyordu. Güne erken uyanmak için bir amacı yokken öyle yapıyor olmak sinir bozucuydu ama ter içinde kalktığında da sinirleri bozuluyordu; çünkü hasta hissediyordu. Hayatta yaptığın tercihleri tartmak aslında böyle zamanlarda boşa çabaydı çünkü kefelerdeki ağırlık eşit çekiyordu.
Eşya dolu küçük odasındaki yatakta saatlerce film, belgesel izliyor ve İngilizcesini geliştirmek için kitap okuyordu. Aslında bu ilk kalın İngilizce romanıydı ve bu yüzden heyecan duyuyordu. Kendinden hoşlanıyordu böyle zamanlarda. Ama genellikle boş işlerle uğraşan varoluşu gereksiz bir kız gibi hissediyordu. Bazen de küçük çevresindeki bir kaç kişiye verdiği pozitif enerji yüzünden kendini gerekli görüyordu. Tanrının onu yaratmak için de bir nedeni vardı muhakkak yoksa neden vardı ki? Kendileri farkında olmasa da otlar, böcekler bile bir işe yaramıyor muydu? Bir nedenden var değiller miydi? Tabiat anaya çalışmıyorlar mıydı!
Çalışmak... Deniz iki yıldır çalışmıyordu. Babasından yeniden harçlık alıyor ve daha önce öğrenmek için fırsat bulamadığı şeyler için kurslara yazılıyordu. İnsanlarla tanışıyordu. Kendi gibi ne çok insan vardı, önceden bu kadar çok olduklarının farkında değildi. Çoğunluğun amacı daha donanımlı olmak ve garantili işlere girerek düzene en iyi şekilde hizmet edecek çalışanlara dönüşmekti: Böylece para ve saygı kazanacaklardı; mutlu olacaklardı.
Mutsuzlardı. Genellikle evleri olmadığı için ve arabaları... Deniz, üretmediği için mutsuzdu; ülkeleri gezemediği için mutsuzdu. Ayrıca onu uzaklara götürecek bir araba da hiç fena olmazdı. Zamanını ve becerisini birileri çok kazansın diye satacak karşılığında biraz para alacak ve onunla da merak ettiği her yere gidebilecekti. Ya da ...bilecek miydi? Zamanını ‎satarken oraları görmek için zaman bulabilecek miydi? Ya enerji(?) enerjisini vakum gibi emecek o "iş" için ıkınırken ve kıçından terler damlarken kendini şimdiki kadar istekli hissedecek miydi?
Muamma... Gelecek kocaman bir belirsizlik ve herkes gibi o da bunu görmezden gelerek  planlar yapıp sahip olmadıkları için bugünü kurban ediyor ve kendine acıyordu. Yetinmiyordu.
Yetindiği zamanlardaysa mutluydu: Gecenin ortasında, bulutların hemen gerisinde parlayan  aya bakarken, rüzgarın getirdiği deniz kokusunu alırken, ılık bir duştan hemen sonra havluyla yatakta uzanırken, lezzetli bir yemek yerken ve hemen üstüne türk kahvesini içerken, kankasıyla kendilerince büyük sorunlara basit cümlelerle çözümler üretirken, saçmalıklara  gülerken...
Saçmalık... Üniversitenin ilk yıllarında saçma sapan ne çok şeye gülerdi. Dört kız arkadaşlardı ve oldukça deli dolulardı. Masumiyet yüzlerinden akarken arsızlık yapıyor ve bazı yerlerde de pek sevilmiyorlardı: Toplu taşıma araçlarında, sinema salonlarında ve tenha sokaklarda... Yerli yersiz gülüşleri ve yüksek sesle konuşuşları birilerinin tahammül sınırlarını aşıyordu. O birileri genellikle orta yaşlarda ve yorgun oluyordu. Akşam saatlerinde işinden dönerken ve başı çatlayacak kadar ağrırken bir grup gencin saçmalıklarına tanıklık etmek sinir bozucuydu tabi.
Deniz şimdi hak veriyordu: Katlanmaları gereken o kadar çok şey vardı ki yetişkinlerin: En azından, iş, eş ve çocuk sorumluluğu çoğunda ortaktı. Bu üçlemeyi kuranların hayatlarını düzene koyarak mutlu olacakları varsayılır ve büyükler tarafından bu düzene teşvik edilirlerdi de; neden çoğunlukla öyle olmazdı (!): Bu insanların gözlerinden yorgunluk ve mutsuzluk akardı. Anlayışlarını çevrelerine karşı çoktan yitirmiş sükunet arayan bi'çarelere dönerlerdi. Başka birilerinin gülüşünden rahatsız olup mutsuz insanlara "Neyin var?" demekten sakınmıyorsa biri, onun gibilerden oluşan toplumun vay haline! Kendine benzeyene duyulan yakınlık hissi onları kümeliyordu. Evlerin mutfaklarında, iş yerlerinin balkonlarında çay içerken, sigara tüttürürken toplaşıyorlardı. Gökyüzünden bir dürbünle baksan mutsuzluğun rengini görürdün: Aralara serpiştirilmiş minik renk kümelerine tahammülleri olmayan gri şehirlerin gri insanları...
Ankara... Deniz bu şehre henüz 18 olmamışken adım atmıştı. Ankara Üniversitesi'nde Halkla İlişkiler ve Tanıtım okumaya hak kazanmıştı. 1990'lı yıllarda Mersin gibi küçük bir yerden çıkıp oralarda okul okumak adama kalite katıyordu. İnsanın hayalleri ve hayattan beklentileri büyüyordu. Oysa o zamanlarda farkında olmasa da pek çok konuda olduğu gibi bu konuda belirsizlikten ötesi yoktu. Onca genç, örümcek ağlarıyla dolu nemli ve kalabalık bir ormanda uçan bir grup sivrisinek gibiydi ve ağa takılmadan uçabilenler ölmüyordu. Henüz ölümü akıllarına bile getirmeyen ve yaşamı tanımayan bu grup için ödül de kayıpta büyüktü.
Küçük ve tecrübesiz... Herkes öyleydi ama bazılarının tecrübeli ebebeynleri, bazılarının yetenekleri, bazılarının şansları... vardı. Avantajlı olanlar sıyrılacak ve piyasada parlayacaklardı. Kutsal Kitapta Allah adildir der ve Onun tarafından adalet nasıl sağlanmıştı bilmeye insanın aklı yetmez; yine de görüntü de kimse eşit değildi. Zaten tüm bu altta kalma ve üstte olma halleri bu yüzden değil miydi? Mesela, herkes aynı renkte saça, buruna, göze, yeteneğe, karaktere... sahip olsa, aynı şeyi düşünüp konuşsa, yine böyle bir rekabet ortamı doğar mıydı? Deniz uzaylılara inanırdı;  belgelsellerden onların ileri medeniyetler kurduklarını öğrenmişti. Onlar tek tiptiler: Taşıtları aynıydı; ışıklı plaka şeklindeki hava araçlarını kullanıyorlardı. Kıyafetleri yoktu ve vücutları, kafa yapıları, yüzleri, o iri gözleri... aynıydı.  Bu aynı olma hali bir olmalarını sağlamış olabilir miydi? Bir bütünün birbirinin aynı parçaları olmak rekabeti, çekişmeyi, savaşı önlemiş miydi? Nihayetinde medeniyetlerini yıkımdan kurtarmış ve gelişmemişler miydi?
Aslında görüntüde Dünya'da da işler o yöne doğru evriliyordu; herkes birbirine benzemeye başlamıştı. Mesela yüzler, kıyafetler, beklentiler, istekler... ama biz de bu pek de birlik duygusu yaratmamıştı sadece benzemiştik işte. Tükettiklerimiz ve istediklerimiz benzeşmişti. Ama yapay tanrılar tarafından tepelerden bir yerlerden tüketilmesi istenenler çeşitliydi ve isteklerde sınırsızdı. Bu benzerlikte bile birçokluk vardı: Kalabalık ve pis bir keşmekeş...
...Yapay Tanrılar, işini bilir. Herkesin istediği ortak arzu nesneleri yaratıyorlardı. Bir insan arzulanabiliyordu ya da bir çanta. Yani çanta da insan kadar değerliydi ve ona sahip olmak arzulanan olmak demekti. Çanta üstünlük duygusu veriyordu çünkü çevre tarafından güzel ve kaliteli algılanıyordu. Bu algıyı yaratan ve kümelere yayansa Yapay Tanrı'nın eliydi: Reklamlar!
Deniz üniversite yıllarında reklam yapmaya bayılıyordu. Bir reklam ödevinde düşündüğü cüretkar fikirle bir kaç kendini kanıtlamış öğrencinin ve bir öğretmeninin hoşuna gitmişti. Onunda birilerinin hoşuna gitmek hoşuna gitti ve reklamcı olmaya karar verdi. Ya da hayır eksik söylüyorum belki biraz fazlası: Düşünmeyi seviyordu, fikirler bulmayı ve kelimelerle arsızca oynamayı: Onların eteğini kaldırıp gerisine berisine bakarken ve baştan çıkarıp şekilden şekle sokarken kendini cennetten kovulan kötü melek gibi hissediyordu.
Kötülük hiç bu kadar güzel olmamıştı. Anlamları kat kat giyinmiş kelimeyi usul usul soyuyordu. Bazen içki ve iyi müzikle onlara yükleniyor ve yepyeni anlamlar doğurtuyordu. Bu mahrem ilişki özel sektörde iş bulup çalışmaya çalışınca bitti. Önce patron vardı, sonra patrona para veren müşteri ve patrondan para alan diğer çalışanlar... Deniz ise onu elden almayı hiç sevmedi.
Geçinmeliydi. Önce iş hayatındaki tuhaf ilişki örgüsünü bir süre anlamadı. İşini yapmak istiyordu ve özgür olmak; işinde de hayatında da. Ayaklarının üzerine sağlam basmak istiyordu ve kendini istediği gibi yaşamak. Ama bunu isterken diğer insanları ve onların tuhaf oyunlarını hiç hesaplamadı.
Suskun... Deniz, haksızlığa uğradığında susmayı seçiyordu. Aslında bu tamamen korkuyor olmasından kaynaklanıyordu. Yalnız başınaydı ve güçsüzdü. Evinin kirasını ve faturalarını ödemek için işe ihtiyacı vardı. Dolayısıyla kazancını sürekli kılmak için çevresindeki adaletsizliklere ve saygısızlıklara katlanmak zorunda olduğuna inanıyordu.
Öğrenilmiş çaresizlik... Deniz akıllı bir kızdı ama düzenin patronlara verdiği güçten ve kendi gibi iş için deliren yetenekli insanların varlığından duyduğu kaygı onu köleleştiriyordu: "Daha iyisini nerden bulacağım? Benim gibi birini basit bir gazete ya da internet ilanı ile kolayca bulabilir!" İşte zihninde kendi kendine tekrarladığı bu basit iki cümle bütün özgüvenini alıp götürüyordu.
Farkında değildi "eşsizdi o!" Herkesin kendine göre sadece onda olan bir gücü vardı. Bu güç; iyi konuşmak, iyi yazmak, iyi hesaplamak, iyi giyinmek, iyi gülmek olabilirdi. O zengin hayal gücünü ve kelimelere hükmetme yeteneğini görmezden geliyor kendini basitleştiriyordu.
Patronlar... Ah o patronlar... Denizin hayatından çokça patron geçmişti. Hepsinin tepeden bakan bir gözü vardı: Konuştuklarında kafalarının üzerinden yükselen kıvrak boyunlu bir tek göz. Bu göz çevreyi 360 derece görebiliyordu. Herkese hakim olma ve her şeye hükmetme arzuları o kadar büyüktü ki o yılan gibi kıvrılan ve defalarca kez kırpılan göz her şeyi inceliyordu. İnsani hiçbir pürüze tahammülü yoktu: Geç kalmak, hastalanmak, tatile çıkmak, özel günler... Patronlar bir makine gibi çalışmanı istiyorlardı çünkü kiranı ve faturalarını ödeyebilmen ve yemek yiyip karnını doyurman için sana para veriyorlardı. Hayattaki tatlı bütün zevklerden mahrum kalarak varlığını sürdürebileceğin kadar para. Ne büyük bir lütuf! Karşılığında aldıklarını ise küçümsüyorlardı. Senin eşsizliğini görmezden gelerek karşında büyük bir gevreklikle övünüyor ve gerekli zamanlarda sözleri ve tavırlarıyla zihninin arka odalarından birinde uyuyan o iki basit cümleyi uyandırıyorlardı:  "Daha iyisini nerden bulacağım? Benim gibi birini basit bir gazete ya da internet ilanı ile kolayca bulabilir!"
Övgü... Deniz, ölür müsünüz be kardeşim diyordu. Takdir etseniz ölür müsünüz?  Karşındakinin kendine güvenini bir piton yılanı gibi bütün bütün yutarak karnını şişirmek hoşuna gidiyor değil mi(!) Pis canavar, bok suratlı asalak! Dilerim geberirsin!
Küskün... Deniz bıkkın bir anında Akıl Defteri'ne şöyle karalamıştı:

"Bir konu başlığı verin bana, Öyle bir konu olsun ki dokunsun, vursun. Öyle bi’ başlık atayım ki ona büyük ve siyah olsun. Nasıl düşünmüş desinler, Nasıl gelir ki insanın aklına böyle şeyler?(!) Gelir işte, geliyor; ispatlasın kelimeler! Kelimeler yayından fırlayan oklar gibiler, Vurulsun, aklın saklı yerlerindeki düşünceler. Okudum dank etti desinler! Tatlı bir kıskançlık hissetsinler. İsmimi merak etsinler, geldiğim yeri… Gideceğim yerle ilgili akıl yürütsünler. Ya da sustum, ya da yazmam, Mutlu etmem kendimi: Akılda etmem, fikir zikirde dillendirmem. Ne gerek var ki, ne önemi var? İstemem konu başlığı, vermeyin! Büyük harflerle, siyah renkte yazmam da onu! Kim kimi dinliyor ki bugün? Kim kimi anlıyor? Memlekette takdir edilmek için ölmek gerek! Yazmak için ölüyorum, Ama ölüm takdir edilsin istemiyorum(!)Konu başlığı istemiyorum, Hiçbirinizden hiçbir şey istemiyorum. Rahat bırakın yeter!"

devam edecek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder